TASAVVUF TERİMLERİ VE DEYİMLERİ SÖZLÜĞÜ

  Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu
(Harflerin üzerlerine tıklayabilirsiniz)
 

 ..:: A ::..

------------------------------------------

..:: B ::..

------------------------------------------

..:: C ::..

------------------------------------------

..:: D ::..

------------------------------------------

..:: E ::..

------------------------------------------

..:: F ::..

------------------------------------------

..:: G ::..

------------------------------------------

..:: H ::..

------------------------------------------

..:: İ ::..

------------------------------------------

..:: J ::..

------------------------------------------

..:: K ::..

------------------------------------------

..:: L ::..

------------------------------------------

..:: M ::..

------------------------------------------

..:: N ::..

------------------------------------------

..:: O ::..

------------------------------------------

..:: P ::..

------------------------------------------

..:: R ::..

------------------------------------------

..:: S ::..

------------------------------------------

..:: T ::..

------------------------------------------

..:: U ::..

------------------------------------------

..:: V ::..

------------------------------------------

..:: Y ::..

------------------------------------------

..:: Z ::..

 

TASAVVUFÎ TERİMLER (A)
..:: 1 ::..

   AB: Farsça su demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak çeşitli manaları ihtiva eder: Marifet, İlâhî feyz, zât, varlık, kâmil nefs, ruh-i âzam, tümel akıl.

   ABA: Arapça abâe veya abâye de denir. Geniş, fakat kısa bir nevi gömlek olup, dizden biraz aşağı iner ; üst tarafında, baş ve yanlarında kollar için birer delik bulunur. Keçi kılından dokunan kalın ve kaba kumaştan yapılır. Beyaz veya kahverenkli olur. Dervişlerin giydiği bir elbise olup, kökeninin Hz. Peygamber (s)'e kadar uzandığı söylenir. Aba giyen dervişlere, "Abâ-pûş" denir. Sûfiyyenin abadan elbise giymesinin, Hz. Peygamber (s)'in sünnetine ittiba için olduğu zikredilir.

   ABADİLE: Abdullah kelimesinin çoğulu olup, Arapça Abdullahlar, anlamına gelir. Allah'ın esma-i hüsnasının başına "âbd" kelimesi muzaf kılınarak yapılan isimler de bu cümledendir. Allah'ın isimlerine mazhar olan kullar çeşit çeşittir. Kimi Allah'ın "es-Sabûr" isminin mazharı olur, yani amelen, kavlen ve halen, o sıfatı (sabr) kendinde gerçekleştiren kişi, Abdussabûr adını alır. Bu kişi, sabrı gerçekleştirmeye muvaffak olduğu için, sabrına nihayet bulunmayan yüce Allah'ın kulu özelliğini (veya ismini) almaya hak kazanır. Kaşanî, Allah'ın güzel isimlerinin hepsinde bu durumun geçerli olduğunu kaydeder. Kişi, tahakkuk ettirdiği ismin, bilincine ermiştir. Şeyhu'l-Ekber Muhyiddin Arabi'nin "Abadile" adlı bir eseri vardır.

   ÂBÂ-İ ULVİYYE: Arapça yüce, ulvi babalar demektir. Birinci akıl, tümel nefs, tümel tabiat ve heba, âbâ-i ulviyyeden addolunur. Zira bunlar, yaratıkların ortaya çıkışında rolü olmaları bakımından, âba (babalar) adını alırlar. Yine, isimler de bunlarla ortaya çıkar.

   ABASI KIRK YERİNDEN YAMALI: Bu deyim, dilimize tasavvuftan geçmiştir ; dervişlerin abalarının yırtık pırtık olmasını ifade eder. Eskiden dervişler, hırkalarının helal maldan olmasına itina gösterirler, bu yüzden mallarının helâl olduğuna inandıkları sufilerden kumaş parçaları toplarlar, bunları birbirine dikip ekleyerek kendilerine aba yaparlardı. Bu çeşit aba ve hırkaya, Arapça'da yamalı manasına gelen, murakka da denir. Ayrıca, "abalı" kelimesi, fakir ve yoksul kimseler için kullanılır.

   ÂBÂU'L-AHVAL: Arapça, hallerin babaları demektir. Hâlin tasarrufu altında olan ve hal tarafından kullanılan kimseye İbnu'l-vakt; hali kendi tasarrufuna alan kişiye ise Ebu'l-vakt denir. Halleri bu şekilde kullanabilme gücüne sahip olanlara "hallerin babaları" (abaü'l-ahval) denir. Abau'l-ahvalin mukabili ebnau'l-ahval'dir.

   ABBASİYYE: Ebu'l-Abbas Ahmet b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Bekri'l-Ensari'l-Endelusî (ö. 633/1235) tarafından kurulan bir tarikat. İspanya'da yaygınlık kazanmış Medyeniyye'nin bir koludur.

   ABD : Arapça, lügatta köle insan için kullanılır. Bir insanın kalbi, Allah'ın gayri herşeyden sıyrılmadıkça, kul olamaz. Bu durumda olan kişiye de, Allah'ın kulu denir. Allah mümin kulunu "abd" dan daha güzel bir isimle anmamış, Kur'an'da "ibâdun mukramun" (ikram olunmuş kullar)" (Enbiya/26) buyurmuştur. Nebilerini ve Resullerini de bu isimle anmıştır : "kullarımızdan İbrahim'i an" (Şad/45), "kulumuz Eyyub'u an" (Şad/41), "ne güzel kul" (Şad/30). Hz. Muhammed (s) de ibadetten ayakları şişip kendisine : "Ya Rasulullah (s), Senin geçmiş ve gelecek bütün günahların afvolmadı mı?" diyen eşine : "Şükreden bir kul olmayayım mı?" karşılığını vermiştir. Yine Hz. Peygamber (s) şöyle der : "Melik peygamber olmakla kul peygamber olmak arasında serbest bırakıldım, ikinci şıkkı tercih ettim" Allah ile mahlukat arasında kulluktan daha yüksek bir derece olsaydı. Rasulullah onu kaçırmaz. Allah da, O'na verirdi. O, bu yüzden şehadet kelimesinde" abduhü ve resulüh" diye anılır. Görüldüğü veçhile, kulluk bir insan için en yüksek makamdır. Tasavvufta, aşağıdan yukarıya doğru manevi yükselişi ifâde eden makamların başına tevbe, en üst zirvesine de kulluk konulmuştur. Kul olun kişi gerçek hürriyet sahibidir. Zira o, Rab'dan başka kimseye boyun eğmez. O, sadece Allah'ın emirlerine sarılır. O'ndan başka herşeyden bağımsız ve hür olur. Allah'ın emirlerine uzak kalan kimse, nefis veya şeytanın esareti altında demektir.
   Mutasavvıflar, abd lafzını er-Rabb mukabilinde kullanırlar.
   Ubudiyyet salih kula mahsus olup, Allah onu birine nasip etti mi, artık o, Allah tarafından yardım görmüş demektir. Bu şekilde kulun nefsinin ve nevasının hazları örtülür. Sonunda, Allah onu kulluk nimetlerine daldırır ve sadece kendisi ile meşgul eder.

   ABDAL: Arapça, bedel, bidl ve bedii kelimelerinin çoğulu olup, büdela da bu meyanda zikredilir. Karşılık, halef, şerefli, cömert, ivaz gibi lügat manaları bulunmaktadır. Tasavvufta ise veliler arasında, insanların işlerinde tasarruf için mânevi müsaade verilmiş kişilerdir. Türkçe'de kullandığımız abdal (hatta aptal) kelimesi. Arapça "Ebdal"den bozmadır. Kamus-ı Türkî'de safderun, ahmak, bir şeye akıl yormaz, kalendermeşrep ve derviş adam şeklinde tarif edilir.
   Tasavvufta, abdal, rical-i gaybtendir. Kur'an-ı Kerim'de geçmemekle birlikte. Aliyyü'l-Kari'nin Mevzuatı'ndan öğrendiğimize
   II, 1265)." Sizden önceki ümmete mensup bir kişi, hesaba çekildi. Hayırlı bir ameli bulunamadı. Ancak yumuşak bir insandı. Hizmetçilerine emrederken zora koşmazdı. Allah (c), şöyle buyurdu. "Buna ondan daha lâyıkız, onu affediniz (bırakınız)" Keşfu'l-Hafa, l, 135. Bu isim Kur'an'da beş yerde geçer.

   ABDU'L-ÂHİR: Her şeyin sonunda Allah'ın varlığının devam etmesi, bulunması, O'nun el-Âhir ismini tanımlar. Yaratılanların fânî olmasından sonra, Allahü Ta'âlâ'nm bekâsını ve âhiriyyetini görüp, "Onun üzerine bulunan her şey fânîdir. Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin vechi kalıcıdır" (Rahman/26, 27), âyetini gerçekleştiren (hakikatına eren) kula denir. Bakî olan Allah'ın vechi, onun üzerine doğduğu için, O'nunla bakî kalmıştır. Allah'a kavuşmakla yok olmaktan kurtulmuştur. Velilerin bir kısmı, hatta büyük bir çoğunluğu bu ikisiyle (fena ve beka) muttasıftırlar. el-Âhir ismi Kur'an'da bir yerde geçer.

   ABDU'L-ALÎM:El-Alîm, hakkıyla bilen demektir. Düşünme ve öğrenme söz konusu olmaksızın, aksine, sırf fıtrî saflık ve kudsî nurun te'yidi ile, Allah'ın kendi katından, keşfe dayalı ilmi verdiği kula, Abdu'l-Alîm denir. Kur'an'da 163 kere geçer.

   ABDU'L-ALİYY: El-Aliyy, izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce demektir. Gücü akranına üstün, mânâları istemede, himmeti, kardeşlerininkinden fazla, üzerinde bütün rütbeleri toplayan, yüce faziletlerin tümüne ulaşan kula, Abdu'l-Aliyy denir. Kur'an'da 11 yerde geçer.

   ABDU'L-AZÎM: El-Azim, azamet sahibi anlamınadır. Allah'ın azametiyle tecelli ettiği kul. Bu, azametinden dolayı Allah'a tam anlamıyla tezellül eder. Allah, bu kulunu, insanların gözünde büyük gösterir, şanını insanlar arasında yüceltir. Onlar ona saygı duyar, onu zahirinde görünen azamet sebebiyle yüceltirler. Kur'an'da altı yerde geçer.

   ABDU'L-AZÎZ: El-Azîz, yenilmeyen yegâne galip, izzet sahibi anlamınadır. Allah'ın izzet tecellîsi ile azîz kıldığı kul, olaylar ve mahlûkattan hiç bir şey onu yenemez iken o her şeye
üstün gelir. İşte bu durumdaki kula, Abdü'l-Azîz denir. Kur'an'da 99 yerde geçer.

   ABDU'L-BÂ'İS: El-Bâ'is, ölümden sonra dirilten demekter. Nefsinin, sıfat, hevâ ve heveslerini iradî ölümle (nefis terbiyesi ile) nihayete erdirdikten sonra, Allah'ın, kalbini hakikî hayatla dirilttiği kişidir, işte Allah, bu kulu, el-Bâ'is isminin mazharı kılar. Böylece o, cehalet ölümünü, ilimle diriltir, Hakk'ın isteğine uygun olarak, onlara hayat verir. Kur'an'da yedi yerde fiil olarak geçer.

   ABDU'L-BÂKî: El-Baki, devam eden demektir. Allah'ın bekasını gösterip fena-i külle erdiğinde onunla baki kıldığı kuldur. Allah'a bununla onun taayyünü için mutlaka gerekli ubudiyetle ibâdet eder. Bu, tafsilen cem'an, ta'ayyünen ve hakikaten, âbid ve ma'bûddur. Zira el-Baki vechinin tecellisinin tesiriyle resmi (şekli) kaybolmuştur. Hadis-i kudsi; "onu öldüren ben isem diyeti üzerimedir. Diyeti üzerime olanın diyeti benim" Kur'an'da müştak olarak iki yerde geçer."

 

TASAVVUFÎ TERİMLER (B)
..:: 1 ::..

   BÂ: Varlıkta, ikinci mertebeyi teşkil eder. Bâ ile yaratılmışların hepsine işaret olunur.

   BABA: Ata manasınadır. Hürmete layık kişiler, yahut yaşlı adamlar hakkında kullanılır. Oruç Reis'e hürmeten Oruç Baba veya Baba Oruç denirdi. Bu kelimeye daha çok Selçuklular devrinde rastlanmaktadır. Ahmed Yesevi'nin Anadolu topraklarına gelmiş halifeleri ve müridleri için kullanılan bir terimdir. Tasavvufta, sülük yoluna giren, nefsini yenmiş topluma yararlı hâle gelmiş, yani nefsinde ölmüş, ruhunda dirilmiş kişiye baba denir. Bir sufînin mürşidi, onun mânevi babasıdır. Bu tâbir, özellikle, Bektaşî şeyhlerinin büyükleri için unvan olarak kullanılmıştır. Babalar pîr evinin "Eyvallah Kapısfnda yetiştirilir. Eyvallah, tam bir feragat demektir, teslimiyet ifade eder. Müridin, olgunlaşma yolunda bu kapıdan geçmesi gerekir. Burada bazı bedeni faaliyetlerde bulunulur: Kazmak, kesmek, dikmek, çapa işi yapmak vs. gibi. Bu şekilde derviş, Dede bağında üç yıl hizmet eder. Orada haline razı olarak ikâmet eder, yaptığı işler beğenilirse Büyük Baba tarafından kabul görerek, tekkede derviş olur. Bu kez, tekkede oniki buçuk yıllık uzun bir hizmet süresi söz konusudur. Bu süre sonunda, nasibinde varsa, babalık makamına nail olabilir. Baba tayininde kıdemden ziyâde, babalığa ehil olunup olunmadığı hususu önceliklidir. Baba olacak kişide bazı özellikler bulunması gerekir. Bu özelliklerin bazıları şunlardır: Hitabet güçlülüğü, mütebessim bir yüz, musikiye aşinalık. Bu şekilde yetişen baba, ya açılacak bir baba makamını bekler, ya da kendisine bir başka yerde tekke açmaya izin verilir. Baba adı taşıyan çeşitli yer isimlerinin bulunuşu, dikkat çeken bir başka husustur : Babadağ, Babaeski, Baba Nakkaş Köyü, Baba Burnu vb. yerler, hep buralarda yaşamış dervişlerin hatıralarını ismen yaşatan yerleşim birimleridir. Mevlevîler, mürşide baba demekte kibir gördükleri için, bu ifadeyi kullanmamışlardır. Bu sebeple "falan şeyhin müridi", "filan zâtın ihvanı", "şu şeyhin evlâdı" gibi ifadeler, Mevlevîlerin kullandıkları deyimler olarak görülür. Baba, çeşitli deyimlerin öğesi olarak yaygın biçimde kullanılmıştır. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür: Herhangi bir baba (mürşid), evladına karşı babalık vazifesi görmüyorsa, bu kişi hakkında "baba değil yaba", atasözü kullanılır. Veya bu zattan bahsedilirken; "iskele babası", "tırabzan babası", denir. İskele babası, geminin durması için gemiden ve iskeleden atılan kalın halatın sarıldığı kazığa denir.

   BABAİYYE: Abdülganî Pir Babaî (ö. 870/ 1465)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu.

  
 BÂB-I RIZADAN AYRILMA : Hoşnutluk, memnunluk, razı olma kapısı mânâsını ifâde eder. Tasavvufta, bir müridin, maneviyat yolundaki rehberini ve arkadaşlarını memnun etmesi önemlidir. O, bu uğurda çeşitli imtihanlara maruz kalır, razı olur, isyan yoluna sapmaz. "Bab-ı rızâdan ayrılma", yahut "Allah, bâb-ı rızadan dür (uzak) etmesin" ifadeleri, hep bu yolda söylenmiştir.

  
 BÂB-I ŞERİF: Arapça şerefli kapı demektir. Molla Hünkâr Celaleddin-i Rumî'nin şimdiki türbesinin giriş kapısına verilen ad. Anlatılanlara bakılırsa, bir tarikat edebi olarak, eşiği öpülerek içeri girilir. Çıkarken de geri geri yürüyerek, sırtın, türbeye çevrilmemesine itina gösterilir.

   BÂBU'L-EBVÂB: Arapça, kapılar kapısı demektir. Tasavvufta ilk makamı, yani tevbeyi ifade eden bir tâbir. Kul, Allah'a yaklaşmaya bu kapıdan başladığı için, ilk kapıyı ifade etmek üzere kullanılır. Tasavvufi olgunluk yolunda yetmiş makam vardır : ilki tevbedir, sonuncusu kulluk (abdiyyet) tur.

   BACI-ANABACI : Kızkardeşe bacı denir. Kur'ân'a göre, inananlar kardeştir (Hucurât/10). Tasavvufta ise, yol kardeşliği önem arzeder. Bu nedenle tasavvuf yolunun yolcuları, birbirlerine, bu âyetten mülhem olarak "kardeş" dedikleri gibi, yoldaki kadınlara da "bacı" derler. Şeyhin hanımıysa "anabacı" yahut "hanım sultan"dır.

   BÂCIYÂN-I RÛM: Anadolulu genç kızlar teşkilâtı. Osmanlıların kuruluşuna tesadüf eden dönemde, çeşitli tasavvuf okullarına mensup kadınlarca kurulmuş olan bu teşkilât, askerî, dinî ve iktisadî alanlarda faaliyetler yürütmüşlerdi. Bu teşkilât; Orta Asya'dan göç ile Anadolu'ya gelen Türk boylarını misafir ederek, onlara bu yeni topraklarda ev sahipliği yapmıştı. Teşkilâtın kurucusu Evhadüddin Kirmanî'nin kızı, Ahi Evren'in hanımı Fatma Bacı'dır. Konya yakınlarında Ulu Muhsine ve Kiçi Muhsine adlı iki köyün, bu teşkilât mensubu iki kızkardeş tarafından kurulduğu söylenir.

   BÂCİYYE: Ebû Sa'îd Hallâf b. Ahmed el-Bâcî et-Temîmî (ö. 628/1267) tarafından kurulmuş bir tasavvuf ekolü.

  
 BÂD: Farsça rüzgâr demektir. Her fâni (ölümlü) için varlığı zorunlu olan ilâhî inayet.

   BADE: Farsça şarap mânâsına geldiği gibi, kadeh anlamına da kullanılır. Divân edebiyatımızda bu kelime, daima içki, şarap, sarhoşluk veren içecek anlamında kullanılmıştır.    Tasavvufî sembolizmde, bade, aşk, zevk, ilâhî sevgi gibi mânâları ifade etmiştir. Ancak, Bektaşîler bu mânânın ötesinde, gerçek anlamda da kullanmışlardır.
   Ne gördü badede bilmem ki oldu bâde-perest
   Müdîr-i meşreb-i zühhâd gördüğün gönlüm.
                                                                              Fuzulî

   BÂDE-İ ÇÛ NÂR: Farsça, ateş gibi içki demektir, ilâhî ve kutsal nefes.

   BÂDE-FÜRÛŞ: Farsça, bileşik sıfat olup şarap satan demektir. Tasavvuf edebiyatında kullanılmış bir terimdir. Şeyh, mürşid karşılığında kullanılmıştır. Bektaşî geleneğinde, kıyamet günü kevserin sunucusunun Hz. Ali olacağını bildiren bir hadîse dayanılarak Hz. Ali, hammâr, bâde-fürûş, mey-fürûş sıfatlarıyla tavsîf olunmuştur.

   BÂDE-İ ELEST: Farsça-Arapça. Elest şarabı demektir. Elest toplantısında sunulan bade.

   BADİ: Görünen, her şeyin başlangıcı, ortaya çıkan gibi anlamları ihtiva eden Arapça ism-i fail. Hakk'ın tecellisi ve ortaya çıkışı. Muayyen bir vakitte, insanın içinde bulunduğu hâle göre, kalbinde ortaya çıkan tecelli, orada bulunan diğer şeylerin hepsini siler, yok eder.

   BÂD-I SABA: Farsça-Arapça bir terkib. Sabahları doğudan esen ve güllerin açılmasını sağlayan latîf rüzgâr. Ruhaniyet doğusundan gelen Rahmanı kokular. "Rahman'ın nefesinin Yemen'den gelmekte olduğunu hissediyorum" hadisi ile buna işaret olunur.

   BÂD-I DEBUR: Farsça-Arapça. Sam yeli. Batıdan doğuya eser, nebatata zarar verir. Nefsin azgınlığından kaynaklanan şer'î hükümlere aykırı olan istekler.

  
 BAĞ: Farsça bahçe demektir. Neşeli ruhanî âlem.

  
 BÂDİYE: Arapça çöl, ova demektir. Varlık âlemi ve bu âlemdeki engeller.

   BAĞDAD GÜLÜ : Kadirî tarikatı tâbirlerindendir. Şeyhlerin başlarına giydikleri tacın üzerinde, içice üç daireden oluşan ve gülü andıran yuvarlak parçaya, Bağdad Gülü denirdi. Genel olarak güller, bir daire onsekize bölünmek ve altışar altışar ipekle birbirine birleştirilmekle dikilirdi. Bu gülün kenarı, şirâze tarzında örme 
yapılırdı. Bu gülün rengi hususunda belirli bir kayıt olmamakla beraber, yeşil üzerine beyaz ibrişimle işlenirdi.

   BAHAR: Farsça. Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Müridin murakabe, vecd ve istiğrak hâlinde ruhî âlemlere dalarak, mânâları idrâk etmesi ve rûhaniyyetin zuhur etmesi olayına bahar denir.

   BAHÇIVAN, BİR GÜL İÇİN, BİN DİKENE HİZMET EDER : Burada gül, mürid; bahçıvan da onu yetiştiren mürşiddir. Hakiki mürid bir gül gibi çok zor yetişir. O güle yetişsin diye hizmet eden şeyh, onunla beraber gül olamayacak kapasitede dikenlere de hizmet eder. Yani, yetişmeye kabiliyetli olmayanlara da hoş görü ile muamele ederek onları etrafından kovmaz, onların sivriliklerine katlanır.
   Bağ-bân bir gül için bin hara (dikene) hizmetkâr olur.

   BÂHDADİYYE: Abdullah b. Bahdâd'a nisbet edilen bir tasavvuf okulu. Yemen'de yaygındır.

TASAVVUFÎ TERİMLER (C)
..:: 1 ::..

   CABÜLKA : Manevî eğitime başlamış bir talibin ayak bastığı ilk menzildir. Gayb âleminde varlığı olan bu şehir; büyüktür, doğu tarafındadır, bin tane kapısı olduğu söylenir.

   CABÜLSA: Sûfînin arzuladığı vuslata kavuştuğu menzilin adı. Bu, gayb âleminde yer alan büyük bir şehir olarak tavsif edilir, batı tarafındadır. Rivayete göre bin kapılıdır.

   CÂH: Farsça makam, mevki demektir. Makam hırsı, nefis hastalıklarının önemlilerindendir. Bazı anlatımlara göre, bir insanda en son çıkacak olan nefis hastalığı, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir.

   CÂHİDİYYE: Halvetiyye'den Uşşâkiyye'nin dört şubesinden birisidir. Kurucusu Câhidî Ahmed Efendi (ö. 1070/ 1659-60)'dir. Şeyh Câhidî, aslen Edirne'li olup, Cemaliyye'nin müessisi Mehmed Cemâleddin Efendi'ye bağlanmış, onun yanında tasavvufî olgunluğu elde etmiş, daha sonra, kendi adıyla anılan Câhidiyye-i Uşşâkiyye'yi kurmuştur. Uşşâkiyye'nin diğer şubeleri şunlardır: Muslihiyye, Cemâliyye ve Selâhiyye, Cahidî Ahmed Efendi, Kilitbahir'de medfun olup manevî terbiye konusunda, "Kitabu'n-Nasîha" adlı bir eseri, ayrıca bir divanı vardır. Kurduğu tasavvuf okulu sonraki dönemlerde kaybolmuştur.

   CAM: Farsça. Kadeh, bardak manasmdadır. Tasavvuf ıstılahında, Allah dostunun kalbi için kullanılır.

   CÂME-İ ŞÛYÎ: Farsça. Çamaşır yıkama. Kötü huy ve sıfatlardan arınma.

   CÂM-I CEM : Farsça-Arapça. Toplanma kadehi manasınadır. Gönül için kullanılan bir tâbirdir.

   CÂM-I GÎTÎ-NÜMA: Farsça, âlemi gösteren kadeh anlamında bir ifade. Mü'min ve kâmil arifin kalbi.

   CÂM-I GÎTÎ-EFRÛZ: Farsça, âlemi aydınlatan kadeh. Bu tasavvufta, arifin kalbi anlamında kullanılır.
   CÂM-I MEY: Farsça, şarap kadehi demektir. Tasavvufta marifet badesi ve ilâhî nurların tecellîleri ile dolup taşan pîrin kalbi.

   CÂM-I NİSTÎ: Farsça, yokluk kadehi. Tasavvuftaki anlamı ise esas niteliği yokluk olan âyân-ı sâbite'dir.

   CÂMİU'L-KEÜM: Arapça. Kelimeleri, ifadeleri toplayan, az sözle çok şey anlatan demektir. Hz. Peygamber (s)'in şu hadisleri buna örnek teşkil eder: "Cennet mekruhlarla, cehennem ise şehvetlerle çevrilmiştir", "işlerin en hayırlısı, ortasıdır". Peygamberimiz (s) "Câmiu'l-Kelim" idi.

   CÂMİYYE: Şeyhu'l-İslâm Kutbüddin Ahmed en-Nâmıkî (öl. 536/1 142)'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu. Sarhoşlarla mücadele eden bu sûfî hakkında "Nefâhâf'ta geniş bilgi vardır.

   CÂMİYYE: Nakşbendiyye'nin şubelerinden biri- nin adıdır. Kurucusu, Nureddin Abdurrahman b. Ahmed b. Muhammed el-Câmî (817-8987 1414-1492)'dir. Nakşî şeyhlerinden Sa'deddin Kaşgarî'nin kızıyla evlenmiştir. Genç yaşında çeşitli ilimleri tahsil etmiş bir Hanefî âlimidir. Hüseyin Baykara'nın kendisi için yaptırdığı medresede müderrislik yapmış, Herat'ta vefat etmiştir. Üç Divanı, yedi Mesnevî'si vardır. Sûfî tabakât kitabı olarak geniş bir şöhrete sahip bulunan Nefehatü'l-Üns'ün yazan, yine odur. Nefehât, Lâmiî Çelebi tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. Yine İbn Hâcib'in nahiv ilmine dair yazdığı el-Kâfiye'ye yaptığı Molla Cami adıyla meşhur el-Fevâiddüz-Ziyâiyye şerhi, asırlarca medreselerde okunmuştur. Menâkıb kitaplarına göre, Sultan II. Bâyezid ile yakın dostluğu bulunmaktadır. Şeyhi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî'dir.

   CAN: Farsça. Gönül, ruh gibi manalara gelir. Dervişler için kullanılan bir Mevlevî ıstılahıdır. Kabul olunmak üzere gelen yeni dervişlere, Mevleviler can derler. Can; Mevlevî ana tekkesinde, üç gün Saka Postu'nda oturur, orada kalıp kalamayacağını kendi kendine düşünür, düşünür, muhasebesini yapar, eğer olumlu sonuca ulaşırsa, hemen kalkar hizmete başlardı. Can; Saka Postu'nda, iki dizi üzere oturur, murakabe vaziyeti alırdı. Orada diğer dervişlerin (can) yaptığı hizmetleri seyrederdi. Saka Postu'na oturan kişi, tefekkürle meşgul olduğu için, ancak gerektiği zaman, gerektiği kadar konuşurdu. Bu durumda, can, herhangi bir vird okumazdı. Can, hizmete kalktığında yapacağı ilk iş ayakçılıktı. Diğer hizmetlere geçmesi, kabiliyetine göre değerlendirilirdi. "Can cümleden azîz" atasözüyle, derviş kardeşin her şeyden önemli olduğu dile getirilirdi, ihvan anlatılırken isimlerinin sonuna can kelimesi eklenirdi: Ali Can, Ahmed Can, Mehmed Can, Hasan Can vs. gibi. Tarikat kardeşlerinden bahsedilirken, canlar tâbiri kullanılırdı. Yunus Emre'nin şu şiiri, buna güzel bir örnek teşkil eder:
   Gelün soralım canlara suretinden n'oldı gider Dün-gün senünem der iken sebeb neyi buldı gider. Canım erenler yolı inceden inceyimiş Süleyman'a yol kesen sol bir karıncayımış.

   CANAN: Farsça sevgili demektir. Rab, Allah, Allah'ın Kayyumiyet sıfatı.

   CAN CÖMERTLİĞİ KOLAY OLMAZ : İnancı uğrunda, canını verecek derecede fedakârlıkta bulunmayı ifade eden bir atasözüdür. Allah yolunda can ile yapılan cihada işaret etmek üzere, canından geçmenin, Hak yolunda hedefe varmak için önemi vurgulanılmaktadır.

   CAN ELDEN GİTMEYİNCE CANAN ELE GİRMEZ : Allah'a kavuşmak için kişinin, daha doğrusu, sufînin, canını hiçe sayması, ondan geçmesi gerekir. Bu konuda Yunus Emre şunları söyler:
      Sen canından geçmedin, 
      Canan arzu kılursun 
      Belden zünnâr kesmedin, 
      İmân arzu kılursun. 
   Yine, aynı mânâyı ihtiva eden bir atasözü daha vardır: "Can cömertliği lâkırdıyla olmaz".

   CÂN-FEZÂ, CAN-EFZA: Farsça, ruhu neşelendiren demektir. Tasavvufta bu tabir Hakk'ın beka sıfatını veya manevî olgunluk yolunda olan kişiyi fenadan uzaklaştırarak, onu bakî ve ebedî kılan özelliği ifade eder.

   CÂN-I NEV: Farsça, yeni ruh demektir. Bu tabir tasavvufta insan ruhu olarak değerlendirilir.

   CAN ODASI : Konya'daki Mevlevi tarikatının ana dergâhında (âsitâne) yer alan özel odanın adı. Mutfağın sağında bulunan bu oda, büyükçe olup, can adı verilen dervişlerin toplanıp oturduğu bir yerdi. Diğer bölgelerde yer alan Mevlevî zaviyelerinde, Konya'daki ana dergâhta olduğu gibi can odaları bulunur ve buralarda dervişler otururdu.

   CANLAR YATAĞI: Özellikle Mevlevî ve Bektaşî dervişlerinin gece kaldıkları yerlere verilen ad.

   CÂRUB-İ LA: Farsça, La süpürgesi demektir. Bu ifadedeki la, kelime-i tevhiddeki lâ'dır. La, önüne geldiği bütün putları temizleyen, süpüren bir süpürgeye benzetilmiştir. Nefy-ü isbât zikrinde, la ile, kalbde bulunan "ilâhlar tefekkür? olarak temizlenir. Bu süpürge, Allah'tan gayri ne varsa, onlara ait sevgi ve bağları siler, süpürür, nefyeder yani yok eder. La, bazan Hz. İbrahim'in putları kırdığı baltaya da benzetilir.

   CÂVÎ KALEMİ : Hattatların, küçük yazı yazmak ve ince çizgiler çizmek üzere kullandıkları özel bir kalem. Cava'dan geldiği için, bu kalemlere Câvî denmiştir. Bu kalemlerle pirinç taneleri üzerine "ihlas Suresi" yazılırdı. Ayrıca, bu kalemlerle yazılan küçük Kur'an-ı Kerim'ler, cevizin içine konulup, gemilerin sancak direklerine sancakla beraber çekilirdi.

   CÂZÛ: Farsça, cadı, büyücü kadın gibi manaları olan bir kelime. Dileme, İlâhî dileme.
 

 

TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 1 ::..

   DÂÎ: Arapça, davet eden, çağıran demektir. Halkı sevk ve yönetme bilgisi verilen kişi. Batınî propagandacılarına dâî denir.

   DÂİRE: Arapça, dönen yuvarlak, çember gibi mânâları vardır. Adn Cenneti'nde, Hakk'ı görmek üzere insanların bir araya gelip toplanmış halde bulunuşuna verilen isim.

   
DÂİYE : Arapça istek, içten gelen arzu anlamında bir kelime. Nefsin arzu ve eğilimleri, daiyye-i nefsaniyye.

   
DAKİKA: Arapça incelik kimsenin anlayamadığı ince sır. Çoğulu dekaik'dir. Dekaik, hakaik'den daha üstündür.

   
DAKKÂKİYYE: Ebû Ali el-Hasen b. Ali ed-Dakkâk (öl. 412/1021) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

   
DAL SİKKE: Türkçe-Arapça. Dal düz, sade, çıplak manasına; sikke de mevlevîlerin başlarına giydikleri keçeden serpuş anlamına gelir. Sikkenin sarıksız olanına, dal sikke denir. Destâr sarılmış olan sikkelere ise, destârlı sikke tâbiri kullanılır.

   
DAM : Farsça tuzak demektir. Vehim ve hayal tuzağının kurulduğu yer. Dünya, madde âlemi. "Âlemde olan her şey vehim ve hayalden ibarettir."

   
DANÂİN: Arapça, bir kimseye tahsis edilen şeye denir. Allahü Teâla ile özel münasebet kurmuş olan Allah dostlarından, havas tabakasına ulaşmış kişilere denir. Hadislere göre, Allah bunlara parlak nurlu elbiseler giydirir, onları afiyet içinde yaşatır, yine afiyet içinde canını alır.

   
DAR: Arapça ev, Farsça idam sehbası manasınadır. Tasavvufta Bektaşîlik ıstılahları arasında geçer. Muhibbin, can feda etmek üzere meydanda ikrar verdiği yerin adıdır. Meydânın tam orta yerine dar denir. Biat ve tarikat talkini töreni gibi merasimler, burada icra olunur. Tasavvuf Edebiyatında, "Hallâc-ı Mansur" un başına gelen olayı ifâde etmek üzere, şiirlerde lügat mânâsı ile kullanılırdı (yani idam sehbası mânâsına). Dâr-ı Mansur konusunu işleyen çok sayıdaki şiirlerden bir beyt de şudur:
      Circis oldum basıldım, Mansur oldum asıldım 
      Hallaç pamuğu gibi, bunda atılıp geldim. 
                                                               Yunus Emre

   
DARB-I ESMA: Arapça. İlâhî isimlerin darb (özel bir şekilde kalbe vurdurmak) ile zikri. Bu, Halvetiyye ıstılâhlarındandır. Halvet? âyinlerine bu ad verilirdi.

   
DÂRU'L-EMÂN: Arapça. Emin olunan yer emniyetin bulunduğu ülke, diyar, tecavüzden, saldırıdan masum, sığınılacak yer. Bu, bir Bektaşî tâbiridir. Meydân kapısının bir başka adıdır. Başta baba olmak üzere tüm dervişler, bu kapının eşiğinde niyaz ederlerdi, ikrar veren derviş ikrar verdikten sonra, rehberinin yol göstermesiyle "dârü'l-emân'a gelir, orada niyaz ederdi. O sırada rehber, dervişe, "buna kapı derler ve bu makama da dârü'l-emân derler. Bu, erenler kapısıdır. Bu kapıya gelen, geri dönmeyip meram ve maksada erişilen mahaldir" derdi. Bu olay, manevî tekâmüle yönelişin sembolü olarak değerlendirilmektedir.

   
DÂRU'L-GURÛR: Arapça, aldanış yeri mânâsına gelir. Tasavvuf ıstılahı olarak, bir imtihan dünyası olan şu yaşadığımız âlemi anlatır.

   
DÂRU'L-MESNEVÎ: Arapça. Mesnevî evi, veya Mesnevî okunan yer demektir. Mevlevî ıstılahıdır. Mesnevî okutmak üzere açılan dersanelere Dâru'l-Mesnevî denilir. İlk Darü'l-Mesnevi, 9 Muharrem 1260 (1844) tarihinde Murad Molla Dergahı'nda, İstanbul'da açılmıştır. Buradan ilk mezun olanların icazet merasiminde, Sultan Mecid de hazır bulunmuş ve icazet alanlara çeşitli hediyeler dağıtmıştır. Mesnevî okuyanlara özel bir ıstılah olarak "Mesnevîhan" denir.

   DÂRU'R-RAHMÂN - DÂRU'Ş-ŞEYTÂN: Allah'ın evi şeytanın evi anlamlarında iki Arapça tamlama. İnsan, Allah ile şeytan arasında olup, Allah'a bakan yönüne Daru'r-Rahmân, şeytana bakan yüzüne Dâru'ş-Şeytan denir. Birine akıl, diğerine cehl, veya âhiret ve dünya da denir.

   
DÂVÂ-MÂNÂ: Arapça, dâ'vâ kelimesinin, iddia, mesele, problem, ülkü vs. gibi mânâları vardır. Mânâ ise, iç, ruh, bâtın, kelime, söz, hareket veya işaretin ifade ettiği, anlattığı şey anlamlarını ihtiva eder. Dâva, bir kulun, kendinde olmayanı ileri sürdürmesidir ki bu, Allah ile kul arasında bir perdedir. Bir başka deyişle, bir kul tâatlardan herhangi bir şeyi kendine izafe eder de, bu tâatların onda hakikati, isbâtı, geçekliği bulunmazsa, onun iddiası asılsız olur. Böyle bir dervişin Allah'la alâkası kesilir. Bir dervişin mübtelâ olduğu en ağır hicâb, işte budur. Bunun zıddı olan, tâatı veya tasavvufî bir hâli kendinde gerçekleştirilmiş kişi, mânâ ehlidir. Mânâ ehlinde de dâva (iddia) olmaz. Davalı kişi de, dâvasına mânâ göstermek, dâvasını mânâ ile doğrulamak zorundadır. Bu nedenle mânâsız dâva bâtıldır.
      Bize dîdâr gerek, dünya gerekmez
      Bize mânâ gerek, dâva gerekmez
      Bu yolda da'vi (yani dâva) sığmaz, ma'ni (ma'nâ) gerek
      Neyi kim sever isen ânı gerek.
                                             Yunus Emre
   DEBİRİSTÂN: Farsça okul demektir. Debiristân-ı ezel, debiristân-ı kıdem. Ezelî okul, lâhût âlemi, ruhlar makamı.

   DEBÛR: Arapça. Batıdan esen ve Ad kavmini helak eden rüzgarın adı. Nefsin hevâsmın hücumu ve nefsi istilâ etmesi, kelimenin ıstılah anlamını tarif eder. Bunun zıddı, Doğu rüzgarıdır ki, Saba rüzgarı diye anılır. Bu da, ruhun eğiliminin ağır basıp ruhu istilâ etmesidir. Hz. Peygamber (s) "Ben Sabâ ile yardım olundum, Ad kavmi Debûr ile helak oldu" demiştir. (Sahih-i Buharî, Kitâbü'l Megâzî ve Ahmed ibn Hanbel Müsned, c. I. s. 223). İnsanın kalbine doğan havâtır, eğer Allah'ın arzu ettiği şeylere mutabakat halinde ise, bunun hadiste bildirilen Sabâ, aksinin ise insanı helake sevkeden Debûr ile terimlendirilmesi, tasavvufun sünnetle sıkı irtibatına güzel bir örnek teşkil eder.

   
DEDE: Türkçe bir kelime olup Mevlevîlikte, muhiblikten sonraki mertebedir. Muhib, derviş olmaya ikrar verip çilesini tamamladıktan sonra, kendisine bir hücre verilir ve dede diye anılır. Dede, yeni muhibleri kendi liyakatine ve kabiliyetine göre "Mesnevî" okutarak, âyin meşkederek, ney üflemeyi, usûl tutmayı belletmek suretiyle, kudüm-zen olarak yetiştirerek terbiye etme görevini icra eder.
   Dedelik, alevîlerde, soydan gelenlere mahsustur. Yani, Hz. Peygamber'in soyundan gelen seyyidlere, dede denir. Ancak bunların irşâd makamında olması gerekir. Bektaşîler, Hacı Bektaş Dergahı'nda şeyh olan babaya, Dede Baba derler.
   Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir:
   "Dede himmet, oğul hizmet": Bununla, dervişin maneviyat makamlarında ilerleyebilmesi için şeyhine, ihvanına ve din kardeşlerine hizmet etmesi gerektiği ifade edilir.
   "Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede", bu atasözüyle, kimseye faydası dokunmayan, dervişliği maişete medar kılmış, asalak, zavallı, uyduruk dervişler kastedilir.
   "Çiğdem bitti, dede gitti (veya yitti)": Alevilerde Dedenin taliplerle görüşmesi hep kış mevsimi olur. Buna görgü-sorgu denir. Bahar gelip tarlalarda iş başlayınca, dede kendi köyüne döner. Tarlalarda işin canlanıp dedenin dervişlerle uğraşması işi bitince, kendi köyüne gitmesi, bu atasözü ile ifade olunur.
 

 

TASAVVUFÎ TERİMLER (E)
..:: 1 ::..

   EBCED:Bir hesaplama çeşidi olup, Arap alfabesindeki her harfin bir rakam değeri olduğu kabul edilerek yapılır. Hadiselerin vuku zamanını tesbit, cifr veya önemli olaylara tarih düşürme işleminde kullanılır. Kamus'un verdiği bilgiye göre, Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa'fas ve Karaşet Medyen ülkesini yöneten altı kralın adıdır. Bunlar Şuayb (a)'ın kavmindendiler. Bu altı kralın başında yönetici olan ve ilk sırayı işgal eden kişi, Kelemen idi. Şuayb (a) kavminin helakinde, bunlar da aynı akıbete uğramışlardır. Arapça yazım harflerinin ilk olarak bu altı kişinin isimlerinin harflerince tesbit edildiği kaydedilir. Ebced'in esas adının Ebûcad olduğu, harf tekrarlanması sebebiyle, kısaltılarak Ebced'e dönüştürüldüğü rivayet edilir. Bu altı isme sonradan Sehaz ve Dazıgilen eklenmiştir. Bu altı ismin, şeytan yahut haftanın günlerinin adı olduğu da söylenir.
Ebced'in nümerik olarak değerlendirilmesi şu şekildedir: 
   Elif : 1, 
   Be: 2, 
   Cîm: 3, 
   Dal:4 = EBCED    
   He: 5, 
   Vâv: 6, 
   Ze: 7 = HEVVEZ
   Ha: 8, Ti ): 9, Yâ : 10 = HUTTÎ
   Kef : 20, Lam : 30, Mim : 40, Nün : 50 = KELEMEN
   Sin : 60, Ayın : 70, Fe : 80, Şad : 90 = SA'FAS
   Kaf : 100, Râ : 200, Sin : 300, Te : 400 = KARAŞET
   Se : 500, Ha : 600, Zel : 700, = SEHAZ
   Dat : 800, Zı : 900, Gayın : 1000, = DAZIGİLEN
   Hemze : ve A (l) da bir (1) sayılır. Farsçadaki çe, je, Arapçadaki cim ve ze gibi, farisî kefi ile sağır kef, Arapçadaki kef gibi rakamlandırılır.

   EBED : Arapça, sonsuzluk daimîlik manasında bir kelimedir. Sufiyyeye göre ebed, Allah'ın isimlerinden biridir. Ezel ve ebed arasındaki fark şudur: Ebed, sonu olmayan; ezel, başı olmayan demektir. Abdülkerim Cîlî'nin "el-İnsanu'l-Kâmil" adlı eserinde şöyle bilgi verilir: "Allah'ın ezeliliği, ebediliğinin aynıdır. Çünkü geçmiş ve gelecek denen iki göreli taraf, Zât-ı akdes-i ilâhîsinden münkati ve kendisi li-zatihî bekada münferiddir. Evveliyet denilen izafetin, Zât-ı Sübhanisinden inkita ile tahakkuk-ı evveliyetten evvel mevcut olmasına ezel, âhiriyyet denilen izafetin inkıtaıyla âhiriyetten sonra gelen ebedin mevcud olmasına ebed denildi".

   EBHERİYYE : Erdebiliyye'nin kollarından biridir. Kurucusu Ebû Reşid Kutbüddin Ebû Bekr b. Ahmed b. Muhammed el-Ebherî (ö. 573/1 177)'dir. Ebher'de doğan Kutbüddin, Merağa'da yetişti. Azerbaycan ve Semerkand'a seyahat etti. Şeyhi; Bağdad'da yaşayan, Seyyid Ebu'n-Necib Şeyh Ziyâüddin Abdülkâdir'dir.

   EBNÂ : Arapça oğullar demektir. Dünya için çalışanlara, ebnaü'd-dünya; âhiret için çalışanlara ebnaü'l-âhire denilir. Her ikisi için çalışanlara ebnâü'l-mecmû denir. Ebnâü'l-Ahvâl: Hallerin etkisi altında kalan ve ona göre hareket edenler. Âbâü'l-Ahval: Hallerin etkisi altında kalmayan, onları kullananlar.

   EBR : Farsça, bulut anlamındadır. Çalışma ve çabalama ile müşahedeye ulaşmaya sebep olan perde. Mecazî olarak rahmet, ihsan, lütuf.

   EBRAR: Arapça, iyiler demektir. Allah'ın sevgili, iyi kullan için kullanılan bir tabirdir. Ahyâr kelimesi ile aynı mânâya gelir, abdal kelimesi ile de mürâdif olduğu söylenir. Mukarrabûn derecesinin altındadır. Bu gruba mensub olanlar ikiye ayrılır: Allah bir kısmını, kullarına iade etmiştir, onlar arasında yaşar, onları irşad eder. ikinci grubu ise, Allah kullara iade etmemiş, kendisiyle meşgul etmiştir. Hiyerarşik rical sıralamasında bunlara, "yediler" denir. Bu ikinci grubun akıl gemisi, vahdet denizinde, gayb vâridatlarıyla boğulmuştur: "Bunlara uyulmaz, ancak inkâr da olunmaz". Birinci grup, hizmet ehlidir. Halk ile meşgul edilmiştir. Bu nedenle, vücutlarını şâir halkın istirâhatine sebep kılmışlardır.

      Fırak-ı hüsnüne takat getirmeyüb Yahya 
      Yolunda baş verüb oldu güzide-i ebrâr.
                                                         Şeyhü'l-İslâm Yahya

   EBRU: Farsça, kaş anlamında bir kelime. Sâlikte vuku bulan kusur nedeniyle, derecesinin düşmesi ve ihmâle uğraması. Zât-ı Kibriya'yı örtmesi ve varlık âlemini süslemesi nedeniyle, sıfatlara da ebru (kaş) adı verilir.

   EBSAT-İ MEVCUDAT: Arapça, varlıkların en basiti. Akl-ı evvel.

   EBÛ HARRAZİYYE: Fas'ta, Ebû Harrâz tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

   EBU'S-SUUD EFENDİ'NİN TORUNU : Çok dindar, dünyaya rağbet etmeyen salih insanlar için kullanılan bir tabirdir. Osmanlılar devrinde şeyhü'l-islam olan Ebu's-Suud Efendi, bu özellikle tanındığı için, dindarlıkta ileri gidenler hakkında kullanılan bir tâbir olmuştur.

   EBU'L-VAKT: Arapça, vakte sahip, vaktin babası demektir. Vakit ve halin etkisi altında kalmayan sufîler hakkında kullanılır. Bu gruba mensub olanlar, telvîn ehli değildir. Telvîn ehline yani halin etkisi altında kalanlara, "ibnu'l-vakt" denir. Ebu'l-vakt bunun aksine "temkin" ehlidir. Bkz. Ebnâ

   EBÛ'-VEFÂİYYE: Rifâiyye'den Sa'diyye'nin bir kolu.

   EBU YAKUBİYYE: Ebu Yâkub el-Baveysî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

   ECSÂM: Arapça, cisimler demektir. Çeşitli kısımlara ayrılır:
   1. Ecsam-ı Tâbîiyye (tabii cisimler) : Keşf erbabına göre, arş ve kürsî
   2. Ecsam-ı Unsuriyye (aslî cisimler) : Gökler ve ondaki inceliklerden gayri herşeydir.
   3. Çeşitli Tabu Cisimler : Unsurlar ve ondan olan Mevâlîd-i Selâse'den birleşip meydana gelen şeyler, doğru hareket yapan basit cisimler.

   EDEB: Arapça, iyi ahlak, güzel terbiye, utanma, zarafet, usluluk, insanlara kavlen, fi'len güzel davranışta bulunmaktan ibarettir. Cürcanî'ye göre, hatanın her çeşidinden sakınmayı bilmektir. Edeb'den, şeriat, hizmet ve Hakk'ın edebi anlaşılır, ilki, dinin zahirine, şekli unsurlarına tam anlamıyla riayet etmek, ikincisi hizmette ileri gitmekle birlikte yaptıklarını görmemek (yani kendine mal edip ucube düşmemek), üçüncüsü Allah'a ve kendine ait olanı bilmekdir. Mutasavvıflar, genelde iki türlü edeb kabul ederler: Birincisi şeklî, zahirî edeb ki; ameli riyadan, münafıklıktan, yağcılıktan korumaktır. İkincisi de batınî edebtir ki; kalpteki şehvet, itiraz, irâdede zayıflık vs. gibi olumsuz şeyleri temizlemekten ibarettir. Edebler sünnetleri güçlendirmek içindir. Sünnetler vacibleri, vacibler de farzları güçlendirir. Farzlar ise imanı korumak içindir.

   EDEB ERENLERE : Topluluk içinde söylenmesi ayıp bir konu gündeme gelince, bu ifade kullanılır. "Hâşâ huzurdan dışarı, hâşâ huzurunuzdan, sözüm meclisten dışarı " mânâsına gelir.

   EDEB-ERKÂN: Erkân Arapça'da temeller, esaslar, direkler anlamlarına gelir. Manevî eğitim gören sâlikin, her yerde ve her an, daima kendisini gören, her hareketini bilen Allah'ı düşünerek ve buna bağlı olarak ağzından çıkan sözlere, yaptığı hareketlere dikkat ederek, edeb üzere bulunmasıdır. Direkler manasına gelen "erkân" sözü de, tasavvuf okulunun usûlü ile ilgili bir terimdir. Her sûfinin, bu konuda da bilgili olması ve ona göre hareket etmesi, kendisinden beklenir. Edeb ve erkân konusunda hatalı davrananlara "edeb, erkân bilmez" ifadesi kullanılır. Halk arasında da lafını sözünü bilmez, patavatsız, laubali davranışlı kimseler için yine bu tabirin kullanıldığını görmekteyiz.

TASAVVUFÎ TERİMLER (F)
..:: 1 ::..

FAHR: Arapça, övünme, övünme vesilesi olan şey demektir. Çeşitli sayıda dilim (terk) li, Bektaşî tacının adıdır. Bu taç, yokluk ve fakr ifâde eder. Hz. Resûlullah (s)'ın "fakirlik Benim öğüncümdür, onunla öğünürüm" hadis-i şerifine imtisal eden sufiler, fakrı kendilerine temel düstûr edinmişlerdir. Mahv, fakr ve yokluk yolunun yolcusu olan sûfîler, başlarına giydikleri tâc ve sikkeleri, bu konuda sembol olarak kullanmışlardır. Bektaşî fahrinin kubbe (yani üst) kısmı, oniki ve dört dilimlidir. Sûfîler bir hadise dayanarak (Cami, II, s. 100) Hz. Peygamber'in uzun ve yekpare keçeden külah giydiğini söylerler.

   
Fahri, bana yadigâr-ı Mevlâna'dır, 
   Serpuş-ı Muhammedî olan fahr-ı şerif.

   Bektaşîler ve Mevlevîler, Mevlâna Celaleddin Rumî ve Hacı Bektaş Veli'nin, "bir gün gelecek, fahrimi likenler (dikenler) giyecek" dediğini söylerler. Bu söz Mevlevîliğin ve Bektaşîliğin bir gün gelecek, ilk mükemmelliğini kaybedeceğini, bildirir.

   FAHR-I EDHEMİ: Edhemî tâc. Bu tacın dört dilimi vardır. Bu tacı ilk defa ibrahim b. Edhem el-Belhî giydiği için, onun adına izafen "Fahr-ı Edhemî" diye anılmıştır.

   FAHR-I HÜSEYNİ: Hüseynî tâc. Bu tacın oniki dilimi vardır. Hz. Hüseyin, oniki imamın başında gelenlerden olduğu için, bu taca "Fahr-ı Hüseynî" denmiştir.

   FAİL-İ MUTLAK: Arapça,mutlak etken, etki eden, icrada bulunan demektir. Istılah manası ise, Allah'tır.

   FAKD: Arapça, yokluk, bulunmama, eksiklik gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvuf ıstılahında ifade ettiği mânâ şudur : Kalbin, yaptığı müşahede sonucu, hissedilecek (mahsûs) leri hissedemez hale gelmesi. Yani, tat, renk, koku, ses vs. gibi duyumlarla algılanacak maddî yönle ilgili duyumların, duraklaması hali. Tam fakd hâline de Fakdu'l-Fakd denir.

   FAKR: Arapça, fakirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi mânâları ifade eder. Varlıktan kurtulup, Allah'da fani olmaktır. Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı verilir. Zira onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yani içlerinde mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun Allah'tan başka hiç bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Fakrın şekli, bütün sebeplerden uzaklaşmaktır. Fakirlerin en belirgin özelliği şudur : Onlar yoklukta feryâd etmez, sızlanmaz, sükûnetlerini korurlar, ellerine birşey geçince de, onu başkasına verirler, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. Cüneyd-i Bağdadi, fakirler hakkında şunları söyler: Bir fakire rastladığında, onunla söze, ilimle değil rıfk ile başla (yani önce tanış, arada sevgi hâsıl olsun, ondan sonra ilim ile resmiyetle konuş). Zira ilmin resmiyeti onu korkutur, rıfk ısındırır.
   Fakra ıstılah olarak yüklenen genel mânâ şudur: Fakr, bizim bilegeldiğimiz yoksulluk değildir. Bu manevî ihtiyaçlılık hâlidir. Nazarî olan mevhum varlığını terkeden (ef'âl, sıfat ve zâtını)Hak'ta fânî kılan kimse, hakiki fakra ulaşmış kişidir. Böyle birinin ne kadar malı olursa olsun, hiç birine gönül bağlamaz. Böyle birinin malı cebindedir, gönlünde değildir. Yine buradaki kişiler, malın kölesi değiller bilakis mal onların kölesidir. Bu mânâda, en zengin insanlardan sayılan Hz. Süleyman, onca mal ve servetine rağmen fakirdir.

      Hayalî fakr şalına çekmek cism-i üryanı 
      Anınla fahrederler atlas u dibayı bilmezler.
                                                               Hayalî

      Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî 
      Fakr, âyinesidir sûret-i istiğnanın 
                                                              Nâbî

   FAKÎR: Arapça, mala ihtiyacı olan kişi demektir. Fakir, fena fillâh makamındadır. Kişinin kendinde gördüğü her şeyi, kendine değil, Allah'a ait ve Allah tarafından olduğunu bilmesi ve bu bilinci kuvvetle taşır hâle gelmesidir. Bu mertebeye "Fena Fillâh" denir. Sâlik, bu durumda kendinde dünyevî ve uhrevî bir vücûd (varlık) görmez.
   Bu fakirin bazı asarı dil-i razım gibi Bulmamışdı câme-i yekrenk ile hüsn-i nizâm Ziya Paşa

   FAKİRÎ: Farsça, yoksulluk demektir. Kendisinden ilim ve amel alınmış salikin, iradesiz kalması hali.

   FAL : Arapça uğur, meymenet gibi anlamlan olan bir kelimedir. Bundan türemiş mütefâil kelimesi, iyimser (optimist) anlamına gelirken, zıddı olan müteşaim kelimesi de, kötümser (pessimist) mânasını ihtiva eder. Hayra yorma manasında kullanılan fal, kafayı meşgul eden bir konuda Kur'an-ı Kerim açılarak yapılır. Bunun usûlü şöyledir: Göz kapatılır Kur'an-ı Kerim'den rastgele bir sayfa açılır. O sayfadan itibaren yedi sayfa öncesi çevrilir ve burada göze çarpan ilk ayet esas alınarak okunur, manası üzerinde tefekkür edilir. Hâfız'ın Divan'ı için İran'da tefe'ül adeti vardır. Mevlâna'nın Mesnevisi, Ahmed Bican'ın Ahmediyye'si vs. gibi eserler için Anadolu'da aynı durum söz konusudur. Buna "fâl-i hayr" da denir. Kuşların uçuşundan birşeyler kestirmek gibi hususlar islâm'da kabul edilmemiştir. Geleceği görmek maksadıyla fal açmak, gaybı bilmeye yönelik boş bir çabadır; zira gaybı ancak Allah bilir. Gaybı biliyorum diye iddiada bulunmak da küfürdür. Bununla ilgili olarak; bakla atmak, suya bakmak, kahve içildikten sonra, kalan telvesinin aldığı şekil üzerinde yorumlara girişmek vs. gibi usûllerle fal açanlar islâm nazarında reddedilmiştir. Ancak entelleküel kesimde bile bu tür sapmaların sıkça görülmesi, öyle sanıyoruz ki insanın majik yanından kaynaklanmaktadır. Gizli olana duyulan merak bazındaki yöneliş, insanoğlunun zaafını gösterir.

   FÂNÎ: Arapça, geçici, ölümlü, bitici, sonlu, tükenen gibi mânâlara gelir. Tasavvufta ise, Hak ile bakî olmaktan dolayı, bir şeyi kalmayan kişidir. Fenaya eren kişi, Hâk'tan başkası ile müşahede etmediği için, farklılıklar onda bir araya gelip toplanmıştır. Ancak fâni olan, baygın veya deli değildir. Beşerî sıfatlar ondan kaybolmamıştır ki, melek veya ruhani bir varlık olsun. Ancak, bu durumda olan kişi, nefsinin hazlarını görmek ve onlar üzerinde kafa yormaktan uzaklaşmıştır. O, iki ayndan biridir. Eğer bu kişi imam veya önder olma pozisyonunda değilse, fenasının vasıflarından gaybete düşmesi şeklinde bulunması caizdir; bu şekilde o, çılgın gözüyle bakar. Onun aklının gidişi, nefsinin nazlarının peşinde koşmak ve nefsine ait farklılıklar konusunda, ayırd etme özelliğinin kaybolmasından kaynaklanır. Bu haliyle o, Hakk'ın kendi üzerinde icra ettiği vazifeler (kendine yüklediği görevler) ile, haz duyar. Şu'be'nin oğlu Muğiyre'nin kölesi Bilâl-ı Habeşi bunlardandır. Üveys Karanı, Ali Mecnûn ve Ali Sâ'dûn da bu gruba dahil edilir. Eğer fena makamına eren kimse, kendisiyle irtibat kurulması gereken idareci pozisyonunda devlet yöneticisi olursa, bunun tasarrufu nefsinin değil Hakk'ın vasıfları ile olur.

   FARK: Arapça, ayırt, başkalık alameti, ayırmak, seçilmek gibi mânâları vardır. Tasavvufî olarak "senden alınana cem, sana verilene fark" denir. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu, herhangi bir karşılıklı engelleme olmadan görmek demektir. Yine bir tarife göre, beşerî hallere yaklaşma ve kulluğu yerine getirme açısından kulun kesbine, fark denir. Allah tarafından olan ihsan ve lûtuflar da, cem'dir.

TASAVVUFÎ TERİMLER (G)
..:: 1 ::..

   GABGAB : Arapça, batn, iç, karın gibi anlamları olan bir kelime. İşaretin verdiği haz ve zevk.

   GABUKÎ: Akşam içilen süt, şarap vs. anlamında, Arapça bir kelime. Sevgili ile yüzyüze gelme

   GAFLET: Arapça, gafil olma, uyanık olmama, habersiz bulunma, farkın varmama hâli. Kulun Allah'tan habersiz olması hali. Dünyayı veya bütün mahlukatı, Allah'ın yarattığı ve sıfatlarının tecellî ettiği bir yer olarak düşünmeden, dünyadaki hayatını sürdüren, âleme nazar dediğimiz düşünce, tefekkür gözü ile bakmayan, ondaki ince ve hikmetli işleri göremeyen kişiye de gafil denir. Kısaca, enfüs ve âfâkta Allah'ın âyetlerini göremeyen kişi, gaflette demektir. "Gaflet olmasa insan evliya olur" atasözü bu manada kullanılır. "Gaflet basmak", "gaflet perdesi" gibi deyimler de, benzeri mânâları ihtiva eder.

      Ko gülen gülsün, Gafil ne bilsün, 
      Hak bizim olsun; Hakk'ı seven var
                                                   Yunus Emre

      Gaflet uykusundan yatır uyanmaz 
      Can gözü kapalı gâfilân çoktur.

   GALEBE: Arapça. Galip gelme, yenme, bastırma, muzafferiyet. Tasavvufta, sûfinin üzerine gelen fakat, sebebi bilinmeyen bir hâldir. Bu yüzden, içinde bulunduğu hâlin edebine riâyet edemez. Bunun zıddı olan sükûn ise, nefsin kendine dönüp, fark makamında olarak sakinleşmesi, sükûn bulması demektir. Bu durumda galebenin mânâsı, kişinin (sûfinin) kendi tabiatı olan halden çıkıp, başkalarının kendisinde hiç görüp rastlamadığı yeni bir hale girmesidir. Bu durumda, sûfî kendini tanımaz, zira yeni ve bilmediği bir hâle girmiş, o hâli yaşamaktadır. Gerçek şu ki, bu durumda olan sufî havf, heybet, yücelik, utanma gibi haller, veya bunlardan birinin etkisi altındadır. Tasavvuf ıstılahlarında buna örnek olarak, Hz. Ömer'in hamiyyet-i diniyye (din gayreti) etkisi altında kalması gösterilir. Onun, müslümanların maslahatına çalıştığı sırada, Hz. Resûllullah (s.)'a yaptığı bir takım itirazlar, bu hâlin etkisiyle olmuştur. Galebe, sahih bir hâldir. Ancak sükûn halinde caiz olmayan şey, galebe halinde caizdir. Bununla birlikte, sükun hali galebe halinden daha mükemmeldir. Galebe, hâl olarak sükûndan aşağıdadır. Bu hâlin özeti şudur: Sûfî, kendisine gelen galebe hâlinin etkisiyle, iyiyi kötüden ayırt edemez durumdadır. Galebeye maruz kalan sûfî, hücum denen tasavvufî bir hâl ile karşı karşıyadır; neyin hücumuna maruz ise, onun etkisi altındadır,

   GALEYAN: Arapça, kaynamak demektir. Coşmak, taşmak.

   GAM: Arapça, keder, üzüntü anlamında bir kelime. Sevgili dikkat ve özenle aranırken, karşılaşılan engeller. Sevenin, sevgilisinin uğrunda seve seve katlandığı zorluklar ve sıkıntılar.

   GAMMÂSİYYE: Zekeriyye Yahya el-Gammâsî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Dokuzuncu yüzyılda kurulmuştur. Hamîriyye'nin koludur.

   GAMZE: Farsça ve Arapça'da göz kaş hareketi anlamındadır. Gözün kenarında görülen, insanı mest eden hareket. Çene ve yanaktaki hafif çukur. Yan bakış, göz süzme. İdrak edilen işaretler. Gamz-ı Ayneyn: İki gözü kapatma. Zikirde gözleri yumma.

   GANİ: Arapça. Zengin, ihtiyaçsız gibi mânâları vardır. Tasavvuftaki zenginlik, maddî planda olmayıp, gönül zenginliği şeklindedir. Bu kişilere "ganî gönüllü, gönlü ganî" denir.

   GARÂMET : Zimmetindeki edası gereken şeyi ödeme anlamında Arapça bir kelime. Kardeşlerinden birine edebsiz davranışta bulunan bir müridin, ondan af ve özür dilemesinden sonra, uygun görülen miktarda bir cezayı ödemesi. Seferden dönenlerin, tekke ehline verdiği yemek ki, buna hakk-ı kudüm denir.

   GARET : Arapça, yağma demektir. İlâhî cezbe. Sülük, amel ve ibâdet vasıtası söz konusu olmaksızın, sâlike gelen ve onu hedefine ulaştıran İlâhî cezbe.

   GARÎB: Yurdundan ayrılmış, yabancı, yolcu, gurbete çıkmış kişi, yoksul, muhtaç gibi anlamları vardır. Tasavvufî ıstılah olarak, birlik âleminden ayrı düşen, maddî varlıkla (izafî, geçici varlık) kayıtlara bağlanmış olan kişidir.
      Odur söylenen dilde, 
      Varlığım hep ol ilde, 
      Varlık dostundur kulda 
      Ben bunda garib geldim.
                                           Yunus Emre
      Bu ile garîb geldim, 
      Bu tutsaklık tuzağın, 
      Ben bu ilden bezerim 
      Demi geldi üzerim
                                          Yunus Emre

   Yunus Emre'nin bu mısralardaki ifadeleri, hep aynı hususu açıklamaktadır.
Asıl vatanlarından ayrı kalmanın (yabancılaşmanın) bilincine vardığı ve bu gurbeti hissettiği için, sûfîlere garip denir, çoğulu gurabâ'dır. Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir: "Garibin duası kabul olur", "Garibin yardımcısı Allah'tır", "Garip kuşun yuvasını Allah yapar".

   GARİBLER SEMAÎ: Mevlevi tabiri. İhya gecelerinde, yapılan mukabeleden sonra, yaşanan ruhî hazza, vecde doyamamış, manevî tatmine tam erememiş dervişler, herkes sema-hâneden çıktıktan ve ışıkları söndürdükten sonra, hırkasıyla on sekiz çark atarak semâ ederler. Bu semâ, sadece türbenin ışıklarının aydınlığı altında, yarı loş bir ortamda yapıldığından "garibler semai" diye anılır. Yapılan onsekiz çarklık semâdan sonra, semâ-hâneden niyaz edilerek çıkılır.

   GARİBİYYE: Kurucusu Hindistan'lı Şeyh Muhammed Garibullah olup, Kadiriyye tasavvuf okulunun bir şubesidir.

   GARK: Arapça, batma, boğulma mânâlarına gelir. Gelen varidin etkisi sebebiyle, kulun kendisinden habersiz hâle gelmesidir. Bu durumda sufî, üzerine gelen hâlin içinde tam anlamıyla boğulmuştur.

   GASSAL: Arapça, yıkayan, temizleyen manasına mübalağalı ism-i faildir. Ölü yıkayan. Tasavvufî bir ifâde olarak bu kelime, "mürid, mürşidin elinde, gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır" şeklinde kullanılmıştır. Mürşid, kendisine eğitim için gelmiş bulunan müridin, nefs pisliklerini yıkayıp temizlediği için, "gassal" adıyla anılmıştır.

   GAŞYET: Arapça, kendinden geçmeyi ifâde eden bir kelimedir. Üzerine gelen vârid (hâl) sebebiyle, kulun kalbinin gaybet bulması, gayb tefekküründe boğulması, dışarıda vuku bulan olaylardan, tam anlamıyla habersiz hâle gelmesi. Bu, kulun beden azalarında da kendini gösterir, yani kulun üzerinde, bu halin varlığı belli olur, dışa yansır.

TASAVVUFÎ TERİMLER (H)
..:: 1 ::..

   HA : Zât'm varlık, hazır oluş ve ortaya çıkış açısından düşünülmesi.

   HÂB : Farsça, uyku demektir. İradenin, beşerî fiillerde fânî olması. Hâb-ı gaflet: Gaflet uykusu.

   HABBE: Arapça, tane manasına gelir. Habâb, su üzerinde oluşan kabarcıklara denir. Fındık büyüklüğünde veya daha küçük, akîk veya Necef taşından yapılmış tanelere denir. Bunlar yuvarlak veya kesme olur. Bu taneler ince ve gümüş bir zincire geçirilir. Düşmemesi için, aşağı ucunda, gümüş telden bir yuvarlak bulunur. Üst kısmı da iğnelidir. Bu şekilde iki habbe, gömleğin veya Hayderiyenin sağ ve soluna takılır. Bunu "Hasan-Hüseyin Sevgisi" ne işaret olmak üzere, Bektaşîler kullanırlardı. Özellikle, Hz. Muhammed (s)'i, Fatıma'yı ve oniki imamın kabirlerini ziyaret eden Bektaşîler, sağ ve sollarına yedişer habbe takarlardı. Mevlevîlerde habbe kullanma âdeti olmamakla birlikte, 1887'de vefat eden
   Fahreddin Çelebi'nin fotoğrafında, göğsünün iki yanında birer habbe görülür. Bir de, susma eğitiminde kullanılan ve dil altına konan habbeden söz edilir.

   HABBETÜ'L-KALB: Arapça, kalbin habbesi, tanesi, Habbetü'l-Hadrâ: Yeşil habbe: Habbetü's-Sevdâ: Siyah habbe.

   HABİBİYYE : Kul, halktan ilgisini keser, Allah'ı kendisine dost edinirse, ondan teklif düşer diyen sahte sûfiler.

   HABİBİYYE: Suriye'de bir Rıfaiyye kolu.

   HABİBU'LLAH: Arapça, Allah'ın sevgilisi demektir. Hz. Peygamber (s)'in isimlerinden birisidir. Tazim ve hürmet maksadıyla kullanılır.
Sevdi ol nuru, Habibim dedi Hak Hakânî

   HABL-İ METÎN: Arapça, sağlam ip. Kur'an-ı Kerim. İlâhî azamet. İlâhî hükümler.

   HABS-İ NEFES, HABS-İ DEM: Kan anlamına gelen dem Farsça, habs kelimesi ise Arapça'dır: Nefesi alıp içeride tutmak, ânı, zamanı korumak, bir bakıma durdurmak, hep aynı ânı yaşamak. Nefy-ü İsbât zikrinde, sâlik, bir derin soluk alır, 21 Kelime-i Tevhidi zihnî olarak ağır ağır çeker ve bu sırada soluk üzerine soluk almaz.
   Risale-i Bahâiyye'de, kalble yapılan zikrin dört çeşit olduğu kaydedilir: 1. Allah kelimesi, nefes ciğerde tutulup bırakmaksızın, kalp ile (tefekkürî olarak) çekilir, 2. La ilahe illallah (Kelime-i Tevhid), nefes ciğerde tutulmadan, normal soluk alış verişleri devam ederken çekilir, 3. Kelime-i Tevhid, nefes ciğerde tutulmak kaydıyla, kalbden (zihnen) çekilir, 4. Kelime-i Tevhid, nefes habsedilerek zikredilir. Hoca Bahâeddin, Hoca Muhammed Pârsâ'ya, gizli zikri öğretirken, onun kafasını suya sokar "şimdi zikret bakalım" der. O da ağzını açamadığı için, zikri, düşünce planında çekmek zorunda kalır. O durumda ağızdan ne hava çıkmakta, ne de girmektedir.

   HAC: Arapça, gelmek, kastetmek vs. gibi çeşitli anlamları olan bir kelime. Şer'an, bilinen bazı şartları taşıyan iman sahibi kişilerin, senenin belli zamanlarında (Zilhicce ayı), belirli kurallara uyarak, Mekke'de Ka'be'yi ziyaret etmesine, Hac denir. Allah'a ulaşmak üzere yapılan, mânâ planındaki yolculuğa da, Hac denir. Derviş, bu haccında, varlık diyarından yokluk diyarına hicret eder, yolculuk yapar. Noksanlıktan olgunluğa erer. Mikatta, riya gösteriş elbisesini soyunur, takva elbisesini bembeyaz pırıl pırıl olarak giyer; dünyadan sıyrılır, Arafat'ta arif olarak durur, Hakk'ın âfâk ve enfüsteki âyetlerini müşahede eder, nefs koçunu (veya hayvanını) Mina'da keser, kurban eder, nefsinin şeytanî yönünü cemrelerde taşlar, törpüler, Safa tepeciğinde saflık, Merve'de mürüvvetliği elde eder. Ka'be'de Allah'ın haremine girer, manevî neş'e ve ruhanî ferahlık bulur. Hac ibadetindeki çeşitli uygulamalar ile, manevî olgunluğu elde etme yolu (tasavvuf) arasında, bu tür sembolik benzeşimlerin bulunuşu, gerçekten çok ilginçtir.

   HACCACİYYE: Ebu'l-Haccâc Yusuf b. Abdurrahmani'l-Kuşeyrî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.

   HÂCEGÂN TARİKATI: Nakşbendiy-ye Tarikatı'nın bir diğer adı. Hâcegân, Farsça'da, "hoca" kelimesinin çoğulu olup "hocalar" manasına gelir, iran kültür çevresinde bilim adamları için bu tabir kullanılır. Bu tasavvuf okulunun liderlerinin, tamamen ilmiyye sınıfına mensub olması münasebetiyle, Hâcegân (veya hocagân) Tarikatı diye anılmıştır. Hoca Abdülhalık Gucdevanî (ö. 1179-80)'nin fikirlerine dayanır.

   HÂCE: Farsça, hoca, âlim, bilgin demektir. Çoğulu Hâcegân veya hocagân'dır. Nakşîliğin erken dönemlerinde, Orta Asya'daki şeyhlerin bilim adamı oluşu sebebiyle, onlara hoca, hâce gibi isimler verilmiştir: Hoca Bahâeddin Nakşbend, Hoca Abdülhalık Gucdevanî, Hoca Arif Rivgirî, Hoca Yusuf Hamedanî vs. gibi. O dönemde Nakşîlik, bu sebeple Hâcegâniyye adını almıştır. Kısacası, Nakşîlik, ilim adamlarının yönettiği bir tasavvuf okuludur.

   HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insandaki latifeden ibarettir. Hacer-i Esved'in siyah rengi alışı, tabîî gereklilik sonucu, değişimi sebebiyledir. Bir hadis-i şerifte Hz. Rasûlullah (s) şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha beyaz renkte olmak üzere indirilmişti. Ademoğullarının hatâları, zamanla onu kararttı." insanî latîfeden ibaret hacer, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz insanı en güzel kıvam üzere yarattık" (Tîn/4) âyeti bu mânâyı içerir, insanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır. İşte bu mânâda olmak üzere "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tîn/5) denmiştir.

   HACET : Arapça, ihtiyaç duyulan şeye denir. Bunun mukabili, fuzûl olup, kendisine ihtiyaç duyulmayan şey demektir. Meselâ bir kat elbise hacet, ikincisi fuzûldür. Yine sufilere göre, bir don, gömlek nefsin hakkıdır, ancak bunun üzerine elbise giymek hacettir, zaruret değildir. Bu durumda, (1) Don, gömlek (tepeden tırnağa olan uzun gömlek) giymek: Nefsin hakkı, zarurî (2) Bunun üzerine elbise: Hacet, (3) İkinci elbise: Fuzûl.

   HACIM SULTAN MAKAMI : Bektaşî deyimidir. Meydan'daki makamlardan biridir. Hacım Sultan Makamı'na aynı zamanda, "Meydan Taşı" da denir. Her makamda niyazda bulunulduğu gibi, burada da niyaz olunurdu. Nasib alan tâlib, kılavuzunun delaletiyle bu makamın ne olduğunu şu şekilde öğrenirdi: "Buna Meydan Taşı derler. Hz. Pîr Efendimizin meydan celladı deyu nasb buyurdukları, elinde kudret kılıcı ile duran Hacım Sultan Makamı'dır. Bu, terbiyesiz, edebsiz, erkânsız olanları yalancılık ve yolsuzluk edenleri, terbiye edip yola gelinecek makamdır. Bu makamda terbiye ederler".

   HÂCİB-İ HAK: Arapça, Hakk'ın kapı bekçisi anlamında bir ifade. Mürşid-i Kâmiller, kulu Allah'a ulaştıracak metodu (tarikatı, menheci) bilen ve öğreten mütehassıs öğretmenlerdir. Onların ihsana veya vuslat'a ulaştırmadaki metodlarına uyanlar, sonunda bir Yunus, bir Mevlânâ olur. Bu şekli ile mürşid, kul ile Allah arasında öğretmenlik görevi yapan biri olarak görülür, ibn Sina, "Allah'ın huzuru, gelişi güzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır" demiştir. Tasavvufta bu ulu makama, bir öğretmen ve bir usûl dairesinde girilmesi gerektiği kanaati, önem arzeder.

   HÂCİS: Arapça, akla veya hatıra gelen şeye hâcis denir. Çoğulu hevacis'tir. Kâşânî hâcis'i, nefsanî düşünceler olarak tanımlar. Kalbe gelen ilk his veya düşünceye de, hâcis denmiştir. (Hâtır-ı Evvel). Buna, genellikle iyi ve hayırlı olarak kabul edildiği için, Rabbânî Hatır adı da verilir. İlk hatır genelde isabetli olur, hatalı olmaz. Bu hatır, nefsde gerçeklik kazanırsa irade, kalbe yönelmesi durumunda kasd, kuvveden çıkar tahakkuk mevkiine geçerse, niyet adını alır. İrade, himmet, azim, kasd, hâcis'in çeşitli şekilleridir.

TASAVVUFÎ TERİMLER (I)
..:: 1 ::..

   IRAKIYYE : Muhammed b. Irakî el-Musavî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okuludur.
ISTIFA: Bir şeyin güzidesini seçmek, tercih etmek manasına Arapça bir kelime. Tasavvufta seçilmiş kul, baştan beri İlâhî tutuşun altında rehindir. Hakim Tirmizî, müctebânın da seçilmiş (Mustafâ) olduğunu söyler. İşin başında kendisi için hazırlanan mertebe dolayısıyla, bu kişinin nefsi gitmemiştir. Durum böyle olmasa bu nefis, ikram edilmiş aziz bir makama helal olurdu. Bu sebeble o, nefsi ve seçilmişlik makamı arasında tam bir engel ile perdelidir. Hatta bu, Allah'ın ata (bağış) lan konusunda kalbe iştirak etmez, ancak Allah, inayeti (manevî yardımı) ile bu nefsi kendisine dost edinir. Bu nefse Allah, dayanacağı miktarda ilhâmî bağış nurlarını, azar azar döker. Sonunda o kulda, arzular ve dünya şehvetleri kaybolur. Böylece Allah, onu yakınlık ve bağış tatlılığı ile sarhoş eder. O vakit, büyük yakınlık makamına ulaşır. Kalbten alman şey, bu makamda alınır. Burada kalp ile onun arasında bir engel bulunmaz. Zira bu durumda o, nefsin şehvetlerle kirletemeyeceği derecede, Allah'a boyun eğmiştir. Nefsinde istek ve şehvet kalmamıştır. Artık her şey, Allah'ın dilemesi ve takdiri ile olmaktadır. Bu nefis, kendi isteği ile Allah'a teslim olmuştur. O sırada kalple beraber nefis, mülkten mülke, mertebeden mertebeye intikal etmektedir. Bu gidişin sonunda o, büyük sıddıkiyet makamına kavuşur. Bu büyük makamı, Allah kendi huzurunda bu nefis için hazırlamıştır. Bu makama ulaşır, kendisine açılır, sonra döner ve Allah'ın kabzası (kontrolü) 'nda olur. Nitekim Allah En'am Sûresinin 87. âyetinde şöyle buyurmuştur: "Onları seçtik ve doğru yola erdirdik", istifa, Allah tarafından seçilmedir, hidayet de yine Allah tarafındandır. Yine Hac Sûresi 75. âyetinde şöyle buyrulur: "Allah, insan ve meleklerden bazılarını resul olarak seçti". Başlangıcın nefsin ile, seçilmen ise, nefsinden dolayıdır, istifa konusu, bazı sûfilerce şu şekilde yorumlanır: istifa; Allah'ın kulun kalbini, kendisini tanımak üzere boşaltması, neticede bu, marifetin, kalpte safâyı yayması demektir. Bu dereceye ulaşma konusunda, mü'minlerin havassı, avammı, âsi veya mutî olanı, velî veya peygamber olanı eşittirler. Kur'an'da Allah şöyle buyurur: "Kullarımızdan dilediklerimizi Kitab'a mirasçı kıldık, onların bir kısmı zalim, bir kısmı muktesid (orta), bir kısmı da hayırda ileri gitmiştir" (Fatır/32).
   İSTİLÂM: Arapça, kesmek, kökünden sökmek mânâsına gelen bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahında, kalpteki aşırı sevgiye denir, istilâm; Hakk'ın, kulu kendisine mağlub eden galebeleridir. Bu da, kulun iradesini kaldırması konusunda lütuf imtihanı ile olur. Serrâc'a göre istilâm şudur: Sufiyye yoluna giren sadık mürid, o yolda, içini ve dışını hâlis kılar. Kalbine Hakk'ın nuru değer, orada ilhâmî bilgi zuhur eder, kendini kaplayan vecd halinde lahzalar devam eder. Bu vecd hali arttıkça, sevgisi de artar, işte bu duruma, sûfiyye ıstılahında istilâm denir. Zira bu durumda kalp, sultan-ı veled ile meşgul olur ve onda sükûnet bulur.
   ISTINA': iyi yapmak, birisini seçm.ek, dostlar, için davet ve ziyaret tertip etmek vs. gibi manaları ifade eden Arapça bir kelime. Allah'ın kulunu güzel ahlâkla süslemesi, onu nefsanî özelliklerden sıyırıp, iyi özelliklerle muttasıf kılması. Allah, bu dereceyi enbiyâ ve sıddîklara tahsis etmiştir. Nitekim Tâhâ sûresinin 41. âyetinde, "seni kendim için ayırdım" ifadesi ile Hz. Musa'nın, İlâhî bir terbiyeye maruz kaldığını görürüz. Buradaki ıştına', ifade ettiği mana ile, Allah'ın sıddîklara olduğu gibi, nebîlere de tahsîs ettiği yüksek bir makamdır. Harraz bu konuyu açıklarken, "Allah'tan gelen ilk şey, bu gibi kulları kendi için ayırması (seçmesi) dır. Bu da, sürekli tevhid halinin ortaya çıkışı bakımından, tevhide ilk giriştir." der. Bu mânâda sâlikin, Allah'a doğru (yani mükemmelleşmeye doğru) yol alırken, tüm kötü özelliklerinden, nefsinin arzularından ve şehvetlerinden sıyrılması ve Allah'da, Allah'tan, Allah için ve Allah'la varlığını sürdürmesi, söz konusudur. Böylece kul, itaatkâr, Allah'a bağlı ve Rabbânî hale gelir. Tam anlamıyla sâdık ve sıddîk olur. Ancak, Allah için nazar eder, ancak Allah'ın gözü ile bakar ve Allah'ın nuru ile görür, velayeti tamamlayarak sıddîklık makamına hak kazanır. Ancak ıstınâ'da veli ve nebinin sınanmaması diye bir şey söz konusu değildir. Allah, ezelî ilmiyle onun ne olacağını bilmekle birlikte, onu minnet ve nimetleriyle denemeye maruz bırakır. Hattâ veli ve nebiler, insanlar içinde en çok mihnete ve belâya uğrayan kişilerdir. Allah'ın bir veli veya nebiyi, kendisi için seçmesi (ıstına'), onu nimetleri ile denemesinden başkası değildir.
   IŞIK : Dervişler için kullanılan bir tabir olup, âşık kelimesinden bozmadır. Bursa'da Işıklar denilen yerin adı; orada bazı velilerin bulunması veya ölünce mezarlarının orada bulunmasından kaynaklanmaktadır.
      Ben erenler sancağıyım o ışıklar teberi
      Ben savaş günü çeriyim o hemen çerde çeri.
      Yahya Bey

TASAVVUFÎ TERİMLER (J)
 

  JENDE: Farsça, yamalı cübbe veya murakka demektir. Tasavvufta melâmî meşrebi benimseyenler, nefis kibir ve enaniyetini kırmak için yamalı cübbe giyerlerdi. Kalp kırıklığı, makam olarak, şuur altına yerleştiğinde, yani dıştaki jende, kalpte zuhur edince yamalı cübbe giyme terkedilir.

  JENDE-PUŞ: Farsça, yamalı cübbe giyen kişi demektir. Bkz. Jende

TASAVVUFÎ TERİMLER (K)
..:: 1 ::..

   KA'BE: Yer yüzünde Allah'a ibâdet edilmek üzere inşâ olunan ilk mâ'bed. Vuslat makamı. Kalbin Hakk'a, sevgiliye, bembeyaz ihram giyerek, yani güzel huylarla süslenmiş olarak yönelmesi. Tasavvuf erbabına göre, iki türlü Ka'be söz konusudur: Birisi Hz. İbrahim'in taştan topraktan yaptığı, çok defalar yıkıldığı halde, tekrar tekrar tamir edilen ve yeniden yapılan maddî Ka'be. İkincisi de, Allah tarafından bina edilen insan gönlü, kalbi. Bu yıkıldığı zaman yapılması mümkün değildir. O'nun için gönül yıkmamak gerek. Şunu belirtmekte yarar var: Mutasavvıflar, kalbe önem vererek Ka'be'ye gitmeyi, farz olan Hac görevini, şeriatın bir emrini ikinci plana atmış değillerdir. Eğer bu gerçek olsaydı, hiç bir sufînin, üzerine farz olan hac görevini yapmaması gerekirdi ki, tasavvuf tarihi ve velilerin biyografilerini dikkatle okuduğumuz zaman, istisnasız hemen hepsinin hac görevini yaptığını görürüz. Onların kalbe önem vermeleri, Ka'be'yi ikinci plana atar, gibi görünmeleri, gerçekte bu mânâda değildir; zira yaşadıkları hayat, bunun reel kriteridir, göstergesidir. İslâm'ın insan için olduğu göz önünde tutulur ve onun eşref-i mahlukât yönü dikkatle incelenirse, sûfilerin bu filantropik yaklaşımı, onların İslâm'ın özünü, özellikle Louis Massingnon'un da ifade ettiği gibi "islam'ın gerçek haniflik yönünü" anladıklarını ve bu espiriye ulaşabildiklerini gösterir. Tasavvuf erbabının bu tür görüşlerini tenkid edenlerin, önce kendi islâmî bilgi ve kültür birikimlerinin yeterli olup olmadığını kontrol etmeleri gerekir. Çoğu zaman bu bilgi birikiminin tam olması da yetmemekte, olaya, İslâm'ın derûnî tarzda, aşkla yaşanması boyutu da eklenmektedir. Öyle sanıyoruz ki sûfileri, bilgi ve aksiyonun birleştiği bir alanda, anlamak mümkün olacaktır. Bu ifadelerde biz, gerçek tasavvufu, yani İslam'a derinin etle bağlandığı gibi bağlanan tasavvufu ve İslâm'ı, Rasulullah (s) edasıyla yaşama çabasında olan, bilgi ile mücehhez sûfileri kastediyoruz. Psödo (uyduruk) sûfilerin sayıca az olmadığı bir ortamda, böyle bir ayırımı yapmanın, tasavvuf tarihi içinde de büyük önem arzettiği kanaatindeyiz. Zira, sahte ve hakikisi ayırılmadan, yapılan tenkitlerin bütün sufilere teşmil edilişi, tasavvuf alanının mütehassısı olmayan kişilerde, ilmî bir yanılgı olarak sürekli gözlenmektedir. Konu, hem ihtisas, hem de yaşama işidir.

   
KABZ: Arapça, tutmayı ifâde eden bir kelimedir. Daralma, kapanma gibi manaları da vardır. Bu terim, bast ile birlikte kullanılır. Bu durumda kabz ve bast, sâlikte bulunan iki zıt hali anlatır. Biri emin olunan şeyden korkmak, diğeri de korkulan şeyden feraha çıkmak ve ondan emin olmak anlamlarını ihtiva eder. Kabz kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli yerlerde geçer. Bunlardan biri Tâhâ Suresi 96. âyettedir. "Rasûlün, Cebrail'in izinden bir tutam aldım". Burada, Rasûlün atının basarak geçtiği topraktan, elimle bir tutam aldım, manasına gelmektedir. Buradaki kabza (tutam) makbuz manasına gelir (Bkz. Mu'cemu Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim, c. II., s. 173). Furkân Suresi'nin 46. âyetindeki kabz kelimesi, mahvolmak manasını ifade ettiği gibi, Bakara Suresi'nin 245. âyetinde rızkın genişlemesi ve daralması manasına gelir. Sûfiler kabz ile korkuyu, bast ile de ümidi kastederler. Allah'ın tehdidinden korkan sûfî, kabz hâlinde olur. Bu durum, Tur Suresi'nin baş taraflarındaki "Muhakkak Rabbının azabı gelecektir" âyetini duyunca Hz. Ömer (r)'de görülen hal ile açıklanabilir. Allah'ın müjdesi ile sufî, bast durumuna geçer. Sûfilerden bazıları, Allah cemal sıfatı ile tecellî ettiğinde kulu bast, celâl ile tecellî ettiğinde kabz halindedir, diye yorum yapmışlardır. Sûfilere göre Kâbız ve Basit olan, Allah'tır. Kabz'a; nimetin elden gitmesi, sevgiliyi kaybetme ve mahzurlu olanın hücumundan kaynaklanan korku gibi anlamlar yükleyen sufîler, bast'ı, müridin güven ve ümit hali olarak tanımlamışlardır. Ancak bast'ta sevgiliye yakınlık düşüncesi, mahzurlu olanın yok olmasının şuuru söz konusudur. Sülemî, Tabakat'ında (ss. 106-124) Hızır (a)'ın sürekli olarak bast halinde olduğunu kaydeder. Sûfiler bast'ı, beka halinin oluşumuna sebep olan şeylerin ilki olarak kabul ederler. Kabz ise, fenanın ilk sebebidir. Kulun kabz'ı, bast'ı miktarıncadır. Diğer bir deyişle, sûfinin havf'ı, recâ'sı kadardır. Lüma sahibi Serrâc'a göre, kabz ve bast iki şerefli hâldir. Allah, kabz halinde; kulunu, yeme, içme, konuşmadan alıkorken, bast halinde; yeme, içme ve konuşmaya sevkeder. Ebu'l-Hasen eş-Şazilî'ye göre (Abdülha-lîm Mahmûd, Ebu'l-Hasen eş-Şazilî, s. 129) bast, nur içinde nur, kabz nur altında zulmettir. Havf ve reca ile kabz ve bast arasındaki fark şudur: Havf ve reca, iyi olsun, kötü olsun, istikbalde vukuu düşünülen bir şeye aittir. Kabz ve bast ise, geleceğe değil içinde bulunduğumuz zaman (hal)'a aittir.

   
KABA SOFU: Taassup ve zühd-i bârid (soğuk zühd) vasıflı kimseler hakkında kullanılan bir tâbirdir.

   
KABE KAVSEYN: Arapça, ok atılırken yayın elle tutulan odasıyla, sağlı sollu iki ucu arasındaki mesafeyi ifâde eden bir terkiptir. Tasavvuf ıstılahında, vücud dairesinde, ibda', iade, inme (nüzul), yükselme (urûc) failiyyet ve kabiliyyet gibi isimler arasında bulunan, tekabül bakımından esma ve sıfatın isimlerine ait yakınlığı belirtir. Ancak bu kurb (yakınlık)'un zatî değil, sıfatî olduğu da kaydedilir. Bunun üzerinde "ev ednâ" (yahut daha da yakın) makamı vardır. Kabe kavseyn, ittisal denilen temyizin bekasıyla beraber, Hak ile ittihaddan; "Ev ednâ" ise, ayn-ı cem'deki ehadiyyet-i zâtiyyeden ibarettir. Ev ednâ'da temeyyüz ve itibârı olan ikilik, fenâ-i mahz ve tams-ı küllî sebebiyle, abd ve Hak arasından kalkar. Müfessirler, bu kelimeyi Allah'a yakınlık olarak yorumlamışlardır.
      Matlab-ı a'lâ-yı ev ednâ'da cay itsek n'ola 
      Tîr-veş itdik makâm-ı kâbe kavseyni güzâr. 
      Nadirî
   Bu terim, Necm Suresi'nin dokuzuncu âyetindeki "fekâne kâbe kavseyni ev ednâ" (İki yay kadar, yahut daha yakın oldu) ifadelerinden alınmıştır.

   
KABİH: Arapça, çirkin manasına gelen bir kelime. Dünyada yerilmeyi, âhirette cezayı gerektiren şeye denir.

  
 KABİL:Arapça, kabul eden manasını ihtiva eder. Tasavvufî olarak, fail olan Hak'tan vücûd feyzini ve onun fiili olan daimî tecellîyi kabul etmesi bakımından, a'yân-ı sâbite'ye "kabil" denir.

   
KABZU'D-DÂHİL: Arapça, giren kabz demektir. Kum falına bakanlara göre, özel şekli olan bir işarettir.

   
KABZU'L-HÂRİC: Çıkan kabz mânâsına gelir. Bunun özel şekli de, şu şekildedir:

   
KADEM: Arapça, ayak anlamına gelir. Uğur ve meymenet gibi mânâları da vardır. Sûfiler misafirlerini, uğurlarken "hoş geldiniz, kademler getirdiniz, hayırlara karşı; Hak erenler gözcünüz, bekçiniz olsun" diye uğurlarlar. Gelen misafir de kapıda şu sözlerle karşılanır: "Kademlerinize kurban olayım, hoş geldiniz, kademler getirdiniz". Misafir gösterilen yerine oturduktan sonra makam sahibi "aşkolsun" der, ardından misafir, şükür secdesi yapar.
   KADEH: Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı mânâdadır. Manevî hal, cezbe, ruhî zevk, şevk, vecd.

   KADEMEYN: Arapça, iki ayak demektir. Birbirine zıt iki zatî hüküm ki aslında ikisi birdir. Hudûs-kıdem, halkiyyet-hakîkiyyet, adem-vücûd, sonlu-sonsuz, teşbih-tenzîh gibi zıt özelliklere na'leyn (iki ayakkabı) denir. Na'leyn (iki ayakkabı), kademeyn (iki ayakkabının) altındadır.
   KADEMU'S-SIDK: Arapça, doğruluk makamı demektir. Allah'ın salih kullarına vereceğini bildirdiği bir makam. Yunus Suresi'nde (ayet:2) Allah şöyle buyurur: "... İman edenlere, Rableri katında, yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele...". Sıdk, herşeyin hayırlısıdır.

TASAVVUFÎ TERİMLER (L)
..:: 1 ::..

   LA FETÂ İLLÂ ALİ: Arapça olarak "Hz. Ali'den başka genç yoktur" anlamına gelir. Bu sözün devamı "La seyfe illâ Zü'l-fıkâr velâ fetâ illâ Ali" (Zülfıkar'dan başka kılıç, Hz. Ali'den başka genç yoktur) dir. Cebrail aleyhisselâm'ın, Uhud gazvesinde gösterdiği gayret sebebiyle Hz. Ali hakkında, söylediği rivayet edilir. Bu söz Halife Nasır Lidinillah tarafından kurulan Fütüvvet örgütünün sembolü haline gelmiştir. Tasavvufta kahramanlık, cömertlik, affedicilik vb. güzel huyları kendinde toplayan olgun kimseler için, fazilet hedefi, Hz. Ali olmuştur. Şiirlerde Hz. Ali'ye "Şâh-ı la fetâ padişahı" şeklinde atıflar görülür. Bahâriyye Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede'nin babası (ö. 1277/1860), mütekerrir bir müseddesine şu bend ile başlar:

      Zâhidâ hakkiyçün, ol şahın ki cûd-ı ekmeli 
      Ahmed-i Muhtâr'a vahyetti kitâb-ı münzeli: 
      Mevlevîyem, Ahmedîyem, Hayderîyem men beli 
      Bana besdir bir Huda vü bir Nebiyy ü bir velî. 
      La ilahe illâ Huvallâhü'l-Aliyyü'l-müncelf, 
      La nebiyye illâ Muhammed (s), la fetâ illâ Ali (k).

   Çeşitli Bektaşî tercemanlarınm sonunda "La fetâ illâ Ali, la seyfe illâ Zü'l-fıkâr" ibaresi sık sık geçer.
   Zü'l-fıkâr yivli kılıç anlamına gelir. Hz. Ali, Yemen'de bir putu kırdığında, o putun üzerine oturduğu demiri Medine'ye getirmişti. Umeru's-Seykal adlı bir demirci, o demiri eritip, iki kılıç dökmüştü. Biri yedi karış boyunda bir karış eninde olup, ortasında kanın akması için yivler vardı. İşte bu sebeple, yapılan kılıca "Zü'l-Fıkâr" denmişti. Bir rivayete göre, bu kılıç, Hz. Peygamber (s)'e ait olup Uhud gazvesinde Hz. Ali'ye verilmişti.

   LAGV: Hatalı konuşmak, faydasız söz söylemek mânâlarına gelen Arapça bir kelime. İnsanı, Allah'ı anmaktan alıkoyan her şeye lağv denir. Boş söz dinlemek de, lağvdan sayılmıştır. Hadis: "Hutbe okunurken, yanındakine sus diyen, boş lakırdı (lağv) etmiş olur."

   LÂHIK: Birinin ardından yetişen, tâbi olan, eklenen, gerekli olan vs. gibi çeşitli anlamları bulunan Arapça bir kelime. İmamla namaza başladığı halde, çeşitli nedenlerle namazı imam ile tamamlayamayan kişiye lâhık denir. Lâhık, senenin beş günüdür ki bunlara beş kısa boyunlu (el-hamsetü'l-müsterikatü) lar denir.

   LÂHÛT: İlâhî âleme, lâhût âlemi denir. Arapça'da lâhût kelimesi ulûhiyyet anlamına gelir. Tehanevî'nin kaydettiğine göre, Lâhût, cisimlere sirayet etmiş diriliktir. Her şeyde, bu açıdan bir ruh vardır. Bir şiirde, mumun ruhunun, ışığı olduğu ifade edilir.

   LAHZ: Bir şeye göz ucu ile bakmak mânâsına Arapça bir kelime. Gayba inancın, yakin derecesine ulaşması sebebiyle, kalbe doğan şeylere ve kalplerin basiretlerinin mülâhazasına işaret eden bir deyimdir. Kısaca lahz, kalbî bir düşüncedir. Sâdık bir mürid, bir şeye, baş gözü ile değil gönül gözü ile (basar gözü ile değil basiret gözü ile) bakar. Kalbini bu şekilde saflaştıran kimsenin firâseti doğrudur, onda yanlışlık bulunmaz. Zira o, Allah'ın nuru, ilmi ve açması ile bakmaktadır. Sûfi göz, kulak vs. gibi duyu organlarından ziyade, kalbe doğan bu müşahedeye önem verir. Yani maddî bakışın ötesinde, akıl gözü ile eşyaya yaklaşır, kendisi ile eşya arasında, bir tür obje ve subje münasebeti tesis eder. Bu da onu, eşyanın hakikatini anlamaya götürür.

   LAHZA : Lahz kelimesi ile aynı mânâyı kapsar. Tasavvuf terimi olarak, Allah'ın zat güneşine, aşırı parlak oluşundan dolayı bakamayıp, göz ucuyla, gözünü kısarak bakmaya çalışmak demektir.

   LAİHA: Arapça, belirip, ortaya çıkan şey anlamına gelen bir kelime. Çoğulu "Levâih"tir. Tasavvuf ıstılahında, bir hâlden diğer bir hâle yükselme nedeniyle, sırların parıldayarak ortaya çıkması şeklinde tarif olunur. Tavâli', Levâmi' terimleri de, yakın anlamları ihtiva ederler. Kâşânî lâihayı; tecellî nurundan ortaya çıkan, sonra da, kaybolup giden şeydir, diye tarif ederek, bu birden ortaya çıkan şey hatra, bârika gibi isimler de alır. Bu şekilde, insanda his âleminden ortaya çıkan şeye örnek, Hz. Ömer'in, iran'da harbeden Sâriye'ye seslendiğinde, onu işiten Sâriye'nin durumudur (Kâşânî). Bu şeklî keşiftir. Yani bir insandan diğer insana olan keşiftir. Manevî keşif ise, Allah tarafından meydana gelir. Sulukta, başlangıç durumunda bulunan kişilerde bulunan bir özelliktir; kalbî (manevî) yükselişte vuku bulur. Başlangıç durumunda bulunanların, kalp (düşünce) semâlarında nefsî hazlara ait bulutlar biriktiği ve kalbi kararttığı zaman, keşf levâihi (pırıtıları) zuhur eder, Allah'a yaklaşma ışıkları parlar. Bu zuhur ilkin levâih, sonra levâmî, daha sonra da tavâli' olur. Levâih, yıldırım gibidir. Çıkar çıkmaz kaybolur. Levâmi', bu levâihden zuhur eder, aynı hızlılıkta kaybolmaz. Levâmi, varlığını iki üç saniye devam ettirir. Tavâli', daha uzun süre varlığını sürdürür, etki altına alma ve devam etme bakımından, ilk ikisine göre daha güçlüdür, zulmeti dağıtıp yok eder.

   LA İLLÂ: La, Arapça'da olumsuzluk, illâ da, istisna edatıdır. La, nefy, illâ ise isbât ifadesidir, ikisi aynı cümlede bulunursa, La, vahdet-i vücud açısından Allah'tan başka varlığın bulunmadığını, O'ndan gayrisinin yokluğunu ifâde etmektedir. Varlıklar, kendi başlarına var olamazlar, var olmaları ancak Allah iledir. Allah'ın varlığı bu durumda mutlak iken, kendi dışındaki herşeyin varlığı izafîdir. Diğer varlıkları silmek (yok etmek, nefyetmek) ve Allah'ı var kılmak (isbât), safilerde kelime-i tevhid zikriyle şuur hâline getirilir. Buna nefy ü isbât zikri denir. Nakşî ve Halvetîlerde, La ilahe sözcüğü ile birlikte, kulun kendi vücudu dahil herşeyi fânî ve yok ettiğini, illallah ifadesiyle de o yokluğun yerini Allah'ın aldığını görüyoruz. Bu şekilde Allah'tan başka varlık olmadığını tefekkür etmek ve bunu şuur haline getirerek, dünya hayatını ona göre değerlendirmek; tasavvufta tevhidin temel esası hâline gelmiştir. Tevhidin şuur planına indirilmesi, fiilî tevhid, sıfat tevhidi ve zatî tevhid gibi aşamalarla formüle edilmiştir. Mevleviler, La illâ ifadesini şu şekilde sembolleştirmişlerdir: Mevleviler semâ edip dönerken kollarını iki yana açarlar. Dervişin bu durumu, şeklî olarak Arapça'da Lâ'yı gösterir. Ayakların durumu da aynı şekildedir. Bedenin tümü, bu La ile birlikte, aynı illâ'yı meydana getirir. Mevlevî hırkasının kenar şeridi, tennurenin, destegülün yan şeritleri, yakada yine La şeklini alır, vücutla birlikte "İllâ" olur. Melamî-Hamzavî (Bayramî) mezar taşlarının üzerindeki La (V) ve illâ (V|) remzleri, fena ve bekayı (varlığı ve yokluğu) gösterir.

   LA'L: Kıymetli kırmızı renkli taş, dudak. Sufinin gönlü. La'l-i nigar: Kor dudak, sevgilinin al dudağı.

   LÂLE: Kadehi andıran kırmızı renkli bir çiçek. Bu kelimenin yazılımında L, A, L, H harfleri yani, iki L bir A ve bir H bulunmasından hareket, eden sufîler panbioist bir yaklaşımla, ona kutsal bir mahiyet atfederler. (Yani halkta Hakk'ı görme).

      Subh-dem dönse n'ola mihr-i cemâle lâle 
      Oldu mazhar aded-i Ism-i Celâl'e lâle.
      Refî-i Kalâyî

   Ebced hesabına göre Lâle ve Allah kelimeleri aynı rakamı verirler: 66. ("Altmışaltıya bağlamak" tâbirine bakınız). İranî efsanelerde lâle, yeşil bir yaprak üzerindeki çiy damlasma,yıldırım düşmesi sonucu, yaprağın alev alıp donmasından meydana gelmiştir. Lâlenin içindeki siyah nokta, gönüldeki dağı, yanığı, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Ma'rifetname'de ifade ettiği nokta-i süveyda-i kalbi temsil eder. Kainattaki kara delikler veya Kabe'deki Hacer-i Esved gibi... Osmanlı tarihinde, adını bir döneme veren (1718-1730) lâlenin, o dönemde 558 çeşidinin bulunduğu kaydedilir.

TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 1 ::..

  MA'ARIF: Arapça, el-ma'rife kelimesinin çoğuludur. Lügatta arkadaş ve çehrenin görünen yeri, marifetler, bilgiler vs. gibi anlamlan ihtiva eder. Sûfilerin vehbî bilgilerine ma'rifet denir. Sûfi, sohbette, kalbine doğan ince manaları dile getirir, anlatır. Bu sözler bir kitap haline getirilir. Buna o sûfinin "Ma'ârif" i denir. Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'nin "Maa'rif" adlı eseri meşhurdur.

   MA'DÛM: Lügatta yok olmuş, kaybolmuş, gayr-i mevcud anlamlarına gelen Arapça bir kelime. Bulunmayan ve vücudu mümkün olmayan şeydir. Bir şey var iken yok (ma'dum) olursa, onun vücudu mümkündür ve buna mefkûd denir. Ma'dum denmez. Âlemin iki tarafı adem olan bir vücudu vardı, denmiştir. Çünkü o, mevcuttur.

   MAGRİBİYYE: Muhtemelen İran'lı şâir Mağribî (ö. 1406)'nin talebelerine isnad edilen bir tasavvuf okulu.

   MAĞRİBU'Ş-ŞEMS: Arapça, güneşin battığı yer demektir. Kâşânî'ye göre, Hakk'ın ta'ayyünler ile, ruhun da cesed ile örtülmesi demektir.

   MAĞZ-I KUR-ÂN: Lügatta Kur'an'ın özü demektir. Arapça bir kelimedir. Kur'an'ın sırrı ve bâtınına, Kur'an'ın özü denir. Mevlânâ'nın Mesnevî'si için bu tabir kullanılır.

      Gaybî senin sözlerin Hak nurudur bilene, 
      Her demde her kelâmın Mağz-ı Kur'an'dır dediler.
      Gaybî

   MAHABBET: Arapça, sevgi, aşk demektir. Tasavvufta mahabbetin hakikati, herşeyini sevdiğine bağışlaman, kendine de sende olan hiçbirşeyi bırakmamandır. Mahabbet ehli üç haldedir: Âmmenin mahabbeti: Bu fiilî bir sevgidir ve Allah'ın kendilerine ihsan etmesinden kaynaklanır. Hz. Peygamber (s) bu konuda şöyle der: "Kalplerin, kendilerine ihsan edeni sevme özelliği vardır", ikincisi; sıfatî aşkın hâlidir. Kalbin Allah'ın gınasına, celaline, azametine, kudretine ve ilmine bakmasından kaynaklanır. Bu havassın, sadıkların veya tahkik ehlinin mahabbetidir. Bu konuda Hüseyn en-Nurî şöyle der: "Mahabbet, perdelerin yırtılması, sırların ortaya çıkmasıdır." Üçüncüsü; zatî mahabbetin hâlidir. Bu, illetsiz olarak, Allah'ı sevmenin kadîm olduğunu bilmekten ve anlamaktan doğar, işte bu şekilde Allah'ı bir sebebe bağlı olmaksızın, seviniz. Bu şekildeki sevgi sıddîkler ve âriflerinkidir."
Mahabbetin, başlangıçları ve gayeleri itibariyle on kısma ayrıldığı söylenir. Bunlardan beşi, sâlik ve muhiblerin makamlarıdır. Bunlar sırayla; ülfet, hevâ, hülle, şağf ve vecddir. Aşıkların makamlarına gelince, onlar da şunlardır: Garaim, iftitân, veleh, dehş ve fenadır.

      Mahabbetten Muhammed (s) oldu hâsıl 
      Mahabbetsiz Muhammed'den (s) ne hâsıl.

   Pir Sultan Abdal'ın, mahabbet konusundaki bir dörtlüğü şu şekildedir:

      Dîdâr ile mahabbete doyulmaz, 
      Mahabbetten kaçan insan sayılmaz. 
      Münkir üflemekle çerağ söyünmez. 
      Tutuşunca yanar aşkın çırası. 

   Konu ile ilgili bazı sözler ise şunlardır:
   Mahabbet şirket (ortak) kabul etmez: Allah'tan başka hiçbir şeyi sevmemeyi ifade eder. Casiye/23'te diğer istekler yerilerek "nefsinin hevasını kendisine ilah edineni görmedin mi?" denir. Bu ayet Furkan/43'te de aynen geçmektedir.
   Kuru muhabbet: Sevmenin karşılıksız olduğunu ifade etmek için kullanılan bir sözdür. Son devir ünlü Halvetî şeyhlerinden Fatih türbedârı Hacı Ahmed Amiş Efendi (ö. 1920) "bu yolun sermayesi kuru mahabbet" sözünü söyledikten sonra, bunu şöyle açıklarmış: "Mahabbetin yaşı olur mu? Olur ya! Görmüyor musun, babam ölse de, yerine geçsem, diyen şeyh oğullarını."
   Mahabbet meclisi : Sohbet meclisine bu isim verilir. Bu meclis, irfan ve edeb meclisi olduğu için, katılanların bilgisi artar.
   Mahabbetten kaçan insan sayılmaz: Sevginin insan için kaçınılmaz ruhî bir öğe olduğunu anlatmak için kullanılır.

   MAHABBET-İ ASLİYYE: Arapça, asli sevgi anlamına gelen bir tamlama. Allah'ın zatına olan mahabbet.

   MA HALAKALLAH: Allah'ın yarattığı anlamında Arapça bir söz. Mecazî olarak kalabalık manasında kullanılır. Bunun yerine "mâ haşarallah" sözü de kullanılır.

      Oldu bu hadise nâgâh âna. 
      Üstüler mahaşarallah ana. 
      Yahya

   MAHBÛB: Arapça, sevilmiş anlamında bir kelime. Muhib ve mahbûb aynı şeydir. Mahbubiyyet ve muhibbiyyet cihetleri fani olunca, sevgi Allah'ın zâtına perde olmaktan çıkar. Muhibbiyyet ve mahbubiyyet başlangıcı, anlaşılması zor bir şeydir. Zira muhib, mahbûba çekilişinin öne geçişi iledir. Bu durumda o, mahabbeti sebebiyle, mahbûba cezb olunmaktadır. Her muhib, mahbûb, her mahbûb muhibdir. Bu yönden muhib, nefsindeki mahbubunun özelliklerini konuşur.

   MAHFİL: Arapça, toplanma yeri demektir. Camilerde özel tahsisli kısım. Padişah için yapılanlara hünkâr mahfili, müezzinler için olanlara da müezzin mahfili denir. Cehrî zikir yapılan tasavvuf okullarında, zikir esnasında, bu mahfillerde çeşitli müzik enstrümanları çalan, ilâhi söyleyen bir heyet yer alırdı. Tekkelerin ana zikir salonunda bu bölüm, kıblenin karşı istikametinde bulunurdu. Bu kelime, yanlış olarak "mahfel" şeklinde kullanılmaktadır.

      Döner bir hâfız-ı mahfil nişîn-i nağme perdâze 
      Serâğâz eyledikçe andelîbân âşiyân üzre.
      Nef'î

   MAHFUZ: Arapça, korunmuş, hıfzedilmiş anlamına bir kelime. Allah'ın söz, iş ve istekte kendisine karşı gelmekten koruduğu kişiye denir. Bu gibi kişiler, Allah'ın rızasına uygun düşmeyen bir laf söylemez, herhangi bir iş yapmaz. İstediği de, Allah'ın rızasına uygunluk arzeder. Kâşânî'nin yaptığı bu tarifle, günahtan ma'sum olan peygamberlerin durumu farklılık arzeder. Peygamberler ma'sum iken, velîler mahfuzdur denir. Ma'sum olan, Allah tarafından günaha girmekten korunması garanti altına alınmış iken, bu tam garanti veli için geçerli değildir. Bir gün biri, Cüneyd'e, "ey Cüneyd! Bir veli zina yapar mı?" diye sordu. Cüneyd bir süre tefekküre daldıktan sonra şu cevabı verdi: "Ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ" Yani Allah diledi ise yapar, cevabını verdi: Yine bu açıdan olmak üzere, Peygamberler su-i hatimeden emin iken, velîler emin değildirler.

   MAH-I NEV: Farsça, yeni ay demektir. Tasavvufi eğitime yeni başlayan mübtedîler için, kinaye olarak kullanılan bir tabir. Bu durumda olan kişi, yeni doğmuş bir aya benzetilmektedir.

   MÂHÎ: Farsça, balık demektir. Ma'rifet okyanusuna batan kâmil arife, mâhî denir.

   MAHÎT: Arapça dikilmiş elbise demektir. Öğülmüş sıfatları kazanarak, yerilmiş sıfatlardan sıyrılmaya işaret eder.

   MAHİYE: Bir şeyin hakikati anlamında "mâ" ve "hiye" den meydana gelmiş Arapça bir sözcük. Tasavvuf? olarak Ümmü'l-Kitâb'a denir. Ümmü'l-Kitâb, Zât'ın künhünün mahiyetinden ibarettir. Yine bu ifade ile, üzerine isim, sıfat, vücûd, adem, Hak ve halk ıtlak olunmayan hakikatların mâhiyetleri vasıtasıyla, zatın bazı vecihleri tâbir olunur.

TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 1 ::..

   NÂDİ ALİ: Yetiş yâ Ali, anlamında Arapça bir söz. Bektaşîler ve kızılbaşların vird olmak üzere okudukları söze, Nâdi Ali denir. Bektaşî geleneğine göre, Uhud harbinde Rasûlullah (s)'ın canı sıkılmış ve Cebrail'den öğrendiği "Nâdi Ali"yi okumuş. Hz. Ali de bunu duyunca "lebbeyk" diyerek atılmış, gazileri savaşa teşvik etmiştir. Nasru'l-Ashâb adlı eserde bu Nâd'ın Zogayl-ı Huzâî'ye ait olduğu kaydedilir. Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi'nin konuyla ilgili fetvası da, bunu te'yid eder. Gaybî, Nâdi Ali'yi şerhetmiştir. Hadis literatürünü taradığımız zaman, Nâdi Ali diye bir kayda rastlayamadık. Bu nedenle, mezheb tervici için, bu sözün Hz. Resûlullah (s)'a yakıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir.
   Nâdi Ali şudur:

      Nâdi Aliyyen mazhara'l-acâib
      Tecid-hu avnen leke fi'n-nevâib
      Kullu hemmin ve ğammin seyencelî
      Bi-velâyetike yâ Ali, yâ Ali!

   Tercümesi:

      Harikulade şeylerin mazharı Hz. Ali'ye seslen
      Ki onu musibetti anlarda sana yardımcı olarak bulasın.
      Her türlü üzüntü ve keder silinir
      Senin veliliğinle ey Ali, Ali!

   NAFİLE: Ganimet malı, bağış, hibe, gerek olmaksızın yapılan, nafile anlamlarını ihtiva eden Arapça bir kelime. Farz ve vacipten fazla olarak yapılan ibadetler. Nafileler, tasavvuf erbabı için büyük önem arzetmekle birlikte, hiç bir zaman farzın üzerinde tutulmaz. Yani Pazartesi, Perşembe sünnet orucunu hiç terketmeyen bir sûfinin, Ramazan orucunu terkettiği veya hafife aldığı tasavvuf tarihinde görülemez. Abdest şükür namazına, teheccüde devam eden bir sûfî'nin değil farz namaz, vaktin sünnetlerini bile (hatta ikindi gibi gayr-i müekked sünnet olsa bile) kaçırmazlar. Hallâc-ı Mansur'un, farz namazlara Allah'ın şe'airi olması açısından gösterdiği vera'ya dayalı saygısı, gerçekten çok ilginçtir. Hallâc-ı Mansûr, her farz namazını, vakti girmeden gusul abdesti alır ve o abdest ile kılardı. Bu takvadan öte vera'dır. Sûfiler hakkında yanlış anlaşılan hususlardan biri, işte budur. Tasavvuf konusunda ihtisas sahibi kişilerin dikkatlerinden kaçmayan bu husus, konuya uzak kişilerce maalesef yanlış anlaşılmaktadır.

   NAĞM: Gizli söz, tatlı melodi anlamında Arapça bir kelime. Vecd, bazen kelimelerin manasının anlaşılmasından ortaya çıkar. Bu durum, bazan da sırf nağme ve güzel makamdan zuhur eder. Ruhanî alem, güzellik ve iyiliklerin toplandığı yerdir. Dinlenen gazelin nağmesi en az manası kadar, bu ruhanî âlemi harekete geçirir. Ve kişinin vecde ulaşmasına sebep olur. Sema'da müziğin nağmeleri önemlidir. Bu sebeple, büyük müzik ustaları hep mutasavvıflar arasından çıkmıştır.

   NAHNU BİLÂ NAHNU: Arapça, bizsiz biz demektir. Hakk'ın fiilerini gören sâlikin başka fail görmemesi. Kendi benliğinden fanî olan sâlik, Hakk'ın benliğinden haber vermektedir.
Salikin kendi benliği Hakk'ın benliğinde fani kılması. Allah'ta fânî oluş.

   NAKÎB: Arapça, bir topluluğun reisi, büyüğü, başkan, kabile reisi, kaptan, orduda bir rütbeyi ifade eden sözcük. Tekkelerde, şeyh vekili unvanını taşıyan kimselere nakîb denir. Bunlar, manevî eğitimde mesafe almış kişilerdir. Çoğulu nukabâ'dır. Rufaî, Sa'dî ve Bedevî tarikatlarında, nukabâlık rütbesinden önce nakîblik vardır. Bunlar, mukabele denilen toplu zikir törenlerinde, kuşak (şed) kuşanır, hizmette bulunurlar.

   NAKL-İ KÜFÜR, KÜFÜR DEĞİLDİR: Kelime-i küfrü, bir başka şahsa naklen söylemek küfür değildir. Küfür olabilmesi, o sözün söyleyen tarafından tasvib edilmesine bağlıdır. Bu konuda Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi şöyle der: "Vahdete ait söz söylemek gerektiğinde, başkasından naklediyormuş gibi söyleyin. Nakl-i küfür, küfür olmaz mes'elesine binâen, bu şekilde selâmette kalırsınız" (Sohbetnâme).

   NAKŞBENDİYYE: Nakış yapmayı ifade eden Farsça iki kelimenin birleşmesiyle oluşmuş bir sözcük. Hoca Muhammed Bahâeddin Nakşbend (k)'in (ö. 1397) kurduğu, gizli zikir esasına dayalı bir tasavvuf okulu. Günümüz Anadolu'sunda Hâlidiyye adıyla varlığını sürdürmektedir.

   NÂKÛS: Arapça, çan demektir. Cem makamı. Salikin tevbe ile ibâdete yönelmesini sağlayan uyanış. Tefrika makamını hatırlama.

   NÂLE: Farsça, inleme demektir. Münacât, Allah'a yakarma. Nâle-i zîr: Hafif sesle, mırıltı halinde Allah'a sızlanma. Ayn-ı mahabbet: Öz sevgi, Nâle-i zar: Sevgi arayışı. Gece karanlık ve ıssız yerler, insanlardan uzak, sessizlik içinde, sevginin uyanık tuttuğu seherî denilen kimselerin, Allah ile özel bir saatleri vardır. O, tam anlamıyla bir mahremiyet ânıdır. Âşık o saatte ağlar, sızlar, boynunu büker, secdelerde gözyaşlarıyla, yerleri sular, o anda o, "ümmetî, ümmetî" sırrına mazhar olarak cümle ümmet-i Muhammed (s) için dualar eder. Bu serüven, bir kaç gecelik değildir. Ömür boyu sürer. Sûfî o halde, dostu ile sohbettedir, O'nunla dertleşir, hâlleşir, iki dost arasında ne konuşulacak ise onları konuşur. Bu hal yazılmakla değil, seherlerde (sabah namazının vaktinin girişinden iki üç saat önce) yaşanmakla bilinir. Yaşanmanın dışında ne yazarsanız yazın, uzaktan seyredilen güzel bir gülün, insan üzerinde bıraktığı intibâdan daha fazlasını elde edemezsiniz. Tasavvufî hallerin hepsi, psikolojik olaylar gibi sübjektif değer taşır, bilinebilmesi için, anlatılan hâlin, bizzat öğrenmek isteyen kişi tarafından, yaşanması gerekir. Ömrünün son on senesinde uykusunu kaybeden Mevlânâ'nın içinde bulunduğu hâli anlamak için, en az onun kadar âşık olmak gerek. Yoksa, onun uykusuzluğunun sebebini anlamak mümkün değildir. Hülâsa; tatmayanlar, tasavvufu bilemeyecekler, anlayamayacaklar, bilmeme ve anlamamaya da devam edeceklerdir.

   NA'LEYN: Arapça, iki ayakkabı demektir. İki ayakkabıdan kasıt: Rıza-gazab, kahr-lütuf, celâl-cemal gibi Hakk'a ait birbirine zıt sıfatlardır, iki ayakkabıyı çıkarmak, dünya ve âhireti terketmek demektir. Hz. Musa (a)'nın Tur Dağında mazhar olduğu şu hitap gibi: "Ey Musa iki ayakkabını çıkart at, çünkü sen, mukaddes bir yerdesin" (Tâhâ/12). Sûfilerce mukaddes vadiye erenler, kıyasın iki öncülüne gerek duymazlar, zira sonuç, onlara açıkça ayan beyan ortadadır.

   NALLA MIH ARASI : Sıkıntı ve gönül darlığını ifade eden bir deyim. Bu hale sûfîler, kabz derler; bu kelime iç sıkıntısı, tutukluk ve daralmayı ifâde eder. Kabz'dan sonraki ferahlık, huzur ve genişlik haline de bast denir. Allah'ın el-Kâbız ve el-Bâsıt isimleri, Bakara suresinin 245. âyetindeki, "yakbıdu" ve "yebsütu" (daraltır, genişletir) fiilleriyle ele alınırsa, bu iki zıt hâlin, Allah'tan kaynaklanan (Allah vergisi) durumlar olduğu anlaşılır. Sûfiler kabz (tutukluk) hâlini anlatırken "nalla mıh arasındayım, nalla mıh arasında kalmıştım" ifadelerini kullanırlar.

   NÂM: Farsça, isim demektir. Mevki, makam ve şöhret âfettir. Hicâb, perde. Kötü isim yapma. Melâmet.

TASAVVUFÎ TERİMLER (O)
..:: 1 ::..

   O : Üçüncü şahıs zamiri. Arapça karşılığı Hüve: veya Hû: Allah.

   OCAK-I BEKTAŞİYAN: Türkçe, Bektaşîler Ocağı demektir. Yeniçeri Ocağına bu ad verilir. Yeniçeri ocağı, Hacı Bektâş-ı Velî'ye bağlı sayıldığı için, bu tâbir meydana gelmiştir. Ancak Yeniçeri ordusunun kuruluşunda, Hacı Bektâş-ı Velî bizzat bulunamamıştır. Zira O'nun ölümü ile bu ocağın kuruluşu arasında, bir asır civarında bir zaman boşluğu vardır. Öyle zannediyoruz ki, Hacı Bektaş'ın halifelerinin Osmanlı Devletinin kuruluşunda, aktif roller üstlenmesi, ikisi arasında münasebet kurulmasına sebebiyet vermiştir.

   OCAK-OCAKZÂDE: Türkçe-Farsça. Ocak oğlu demektir. Ocak; içinde odun, kömür yakılan, dumanı üstteki bacadan çıkan özel ateş yakma yerine denir. Mecazi olarak, kuruluş boy-soy, kök, dirlik, düzenlik manalarına gelir. Bu, aynı zamanda bir Bektaşî tabiridir. Bektaşî tekkelerinde, meydân odalarında, kıblenin olduğu yerdeki ocak. Ocak bulunmayan meydandaki köşenin biri, ocak haline getirilirdi. Ocağın bir tarafında Seyyid Ali Sultan Postu, öbür tarafında Horasan Postu bulunurdu. Bu konudaki bazı deyimler şu şekildedir :
   Ocağın yansın : Bu hem hayır dua, hem de bedduadır.
   Ocağı yıkılsın, ocağı sönsün : Nesli kesilsin, soyu sona ersin, demektir.
   Allah ocağını söndürmesin, ocağın şen olsun : Allah neslini devam ettirsin, huzurun geçimin iyi olsun anlamına gelir.
   Ocak : Herhangi bir hastalığa okumaya izinli olan ve bunu babadan oğula geçirerek ve bu şekilde nesiller boyu devam ettiren kişiler hakkında, ocak tabiri kullanılır. Meselâ, sıtma ocağı, baş ocağı, dolama ocağı, sarılık ocağı vs. gibi. Bu ocaklar, genellikle kırsal kesimde ve özellikle Kadirî, tasavvuf okullarında yaygındır.
   Alevilerde, dede denen mürşidin, seyyid yani Hz. Peygamber (s) in soyundan gelmesi şarttır. Onlara göre Sarı Saltuk, Pir Sultan,Dede Kargın, Aguçen (ağu yani zehir içen), Karadonlu Can Baba, Kızıl Deli, Seyyid Baba, Şeyh Samut, Şeyh Çoban gibi Bektaşî an'anesine girmiş kişiler, seyyiddirler. Bunların soylarından gelen dedeler de, o ocaktandır. Bundan dolayı dedelere ocakzâde denir. Alevîler bölük bölük, babadan oğula, bu ocaklardan birinin talibi sayılırlar. Bu ocaklardan birine mensub olanlar da, bir başka ocağı pîr tanırlar. Dede, kış mevsiminde, dervişlerinin bulunduğu köylere gidip, onların sorgu-görgülerini icra eder, gençlerini musâhib kavline sokar.

      Mekân etti nân-hânenin bucağın, 
      Bulutlara atar, tutar nacağın, 
      Hem uyaran pîrimizin ocağın, 
      Mürsel Dede oğlu Sultan Balı'dır.
      Kazak Abdal

   Burada "ocak uyarmak", deyimi, yolu erkânı yenilemek, diriltmek manasınadır.

   OKÇULAR ŞEYHİ: Okçular tekkesinin umumî nâzın veya başı anlamına kullanılır. Tekke, Okmeydanı'nda olduğu için, bunun yerine Şeyhu'l-Meydân da kullanılır. Ancak bu unvan, daha önceleri, rikâb-ı hümayun atçıbaşısı için kullanılırdı. Sonradan atçıbaşılık kalkınca, bu görev, menzil sahipleri arasından seçilenlere verilmiştir.

   OKÇULAR TEKKESİ: Şimdiki tâbirle okçuluk klübü. Tekke, okçuların ok tâlimi yaptıkları Okmeydanı'nda idi. Tekkenin geniş salonuna "semâhâne"denirdi. Okçular tekkesi, 6 Mayıs'ta yani Hıdırellez günü açılır, altı ay boyunca Pazartesi ve Perşembe günleri tâlim yapılırdı. Tekkede şeyhu'l-meydan ve havacılar denen, bugün hakem diyebileceğimiz mahiyette kişiler bulunurdu, idman yapanları, menzil ihtiyarı, mütevelli veya korucu adı taşıyan görevliler sınavdan geçirir, başarılı olanların adı, taşa kazılırdı. Şairler bunlar için şiir yazar, başarılı olanlara para mükafatı da verilirdi. Muallim Cevdet'in kaydettiğine göre, okçuların kendilerine göre adab ve erkânı vardı. Meselâ okçular, abdestsiz ok atmazlar, pirlerine saygı gösterirlerdi. Tekke altı ay açık, altı ay kapalı kalırdı. Tasavvufun sportif alandaki etkinliğini göstermesi açısından, bu tekkelerin başlıbaşına ilmî çalışmalara konu olması, kültür tarihimiz açısından büyük önem arzedecektir. Okçuluk ruhsatı, bu tekkenin şeyhince verilirdi. Tekkeye gelen okçular abdest alır, namaz kılarlar ve kat'iyyen abdestsiz ok atmazlardı. Tekke âdâb ve erkânında kusur işleyenleri, şeyh efendi "bizimle oturma" diyerek kovardı.

   OK YAYDAN ÇIKTI BİR KERE : Başına kötü hal gelen biri için, sehm-ı kaza (kaza oku] nun artık yayından çıktığını belirtmek üzere kullanılan bir deyim. Artık bundan sonra, sabır gerekir, yapacak bir şey kalmamıştır.

   ONBİR TARİKATIN TAVLASINDAN BOŞANAN, BİZİM TAVLAMIZDA KARAR EDER : Bektaşîler, tarikatları oniki olarak kabul ederler. Diğerleri bu oniki tarikatın şu'beleridir. Onlara göre, hakiki tarikat, Bektaşîliktir. Bir kimse Bektaşîliğe girmedikçe hakikata ulaşamaz. Diğer tarikatlar bu konuda yetersizdir. Bu bakımdan, onlara göre, onbir tarikat ehli sonunda Bektaşî olabilir ama bir Bektaşî başka bir tarikata giremez, buna lüzum yoktur. At ahırına tavla denir. Bektaşîler bu sözle, kendileri de dahil olmak üzere bütün tarikatlari ahıra (lavla), müridleri de terbiye edilmek üzere tavlaya girmiş atlara benzetirler. Ancak bu benzetişin ince tasavvuf edebinden uzak olduğu açıktır. Meselâ onlar, sevdiği kimselere, "pezevenk" derler.

   ONDÖRT MASUM : imâmiyye'ye göre, Hz. Muhammed (s), Hz. Fâtıma (r) ve oniki imam ma'sûmdurlar, yani küçük büyük her günahtan, yanılmak ve kötülük yapmaktan münezzehtirler. Bu sebeple bunlara Ondört Masum derler. Bu şüphesiz, İslam inancına taban tabana ters düşen bir husustur. Zira, Peygamberlerden başka kimse ma'sum değildir. Bu ifade, ergenlik çağına gelmemiş, akil-baliğ olmamış, üzerine şer'î yükümlülük düşmeyen küçükler için de, kullanılır. Oniki imamın ergenlik çağına gelmeden şehid edilen ondört evlâdına, masum denilmekle birlikte, Gölpınarh'nın da ifâde ettiği gibi, bu ondört masum çocuğun, ütopik kişilerden oluştuğu gerçektir. Bunun insandaki acındırma mekanizmasıyla yakından ilgisi bulunduğunu zannediyoruz. Ancak, gülbanklerde ve nefeslerde, bu ondört masumdan bahisler vardır.

   ONBEŞLER : Onbeş kişiden oluşan ricalu'l-gaybe denir. Bunlar, mü'min kâfir ayırımı yapmadan, herkese şefkat ve merhametle davranırlar.

   ONLAR : Ricalü'l-gaybden on kişi. Bunlar huşu halinde, sessiz,yavaş konuşan kişilerdir. Vakar ve sekinetle yürürler, laf atanlara "selâm size" derler. Fakat gerekli hale gelirse, kendilerine tasallut edenleri, def etmekte bir sakınca görmezler.

   ONSEKİZLER : Ricalü'l-gaybden onsekiz kişi. Allah ne emretmişse, onu yerine getirirler, gerektiğinde kendilerinde keramet zuhur eder.

   ONİKİ HİZMET : Alevîlerin cem ayinlerindeki oniki hizmet. Bu hizmetlere bakanların adları şöyleydi: 1- Mürşid, 2- Pîr, 3- Halife, 4- Çerağcı, 5- Zâkir, 6- Gözcü, (ikiye ayrılır: Dışarı Gözcüsü, İçeri Gözcüsü) 7- Tarîkçi, 8- Cemiyetbaşı, 9- Saka (Sucu), 10- Nakîb, 11-Ferraş (Süpürgeci), 12- Hadim (Hizmetçi).

   ONİKİ İMAM : Bkz. Düvazde imam. ONSEKİZ BİN ÂLEM : Çeşitli boyutlarıyla birlikte, bütün bir kainata onsekizbin âlem denmiştir. Âlemin onsekizbin sayısına ulaştırılması şu şekilde açıklanır : "Bu, dokuz felekle beraber kürre-i hava, kürre-i mâ, küre-i türâb, küre-i nâr, yani anasır-ı erbaa, Cemâd, hayvan, nebat yani mevâlid-i selâse, insan ve insan-ı kamil; onsekiz olur ki, zuhur itibariyle herbiri bin sayılırsa onsekiz bin olur."
Bu kozmolojik telakkiye, göre, bütün bir varlık âlemi onsekiz temele dayandırılmaktadır ki onlar da şunlardır.
   a) Dokuz felek = 9
   b) Hava küresi = 1
   c) Su küresi = 1
   d) Ateş küresi = 1
   e) Toprak küresi = 1
   f) Cansızlar = 1
   g) Bitkiler = 1
   h) Hayvanlar = 1
   i) insan = 1 
   j) insan-ı Kâmil = 1
   ------------ 18
   Bu onsekiz temel, 18.000 olacak çeşitlilikle ortaya çıkar. Âlemler boyut farklılığıyla çeşitlenir. Mesela, Amerika'da NASA merkezinde, uzaya araç veya uydu gönderme konusu gündeme gelince, üç boyutlu dünyaya ait matematik işlemlerinin yetersizliği ortaya çıkıyor, deniliyor. Uzaya araç göndermek için, bu açmazın giderilmesi gerekir... İşte bunun için 26'ncı boyutlu bir alana ait astro-matematik gündeme geliyor, problemi çözüyor ve uzaya, bu sayede araç gönderilebiliyor. Sırf bu olay, yaşadığımız âlemin ötesinde, zihinsel planda bile olsa, bir takım varlık boyutlarının bulunduğu gerçeğini dile getirir. On sekiz bin âlemin ne olduğunu anlamak istiyorsak, bu açıdan, yani, günümüz modern astro-fizik, astro-matematik, astro-geometrik hesaplarından yola çıkmamız gerektiğine inanıyoruz. Ancak yine de kabul etmek gerekir ki, on sekiz bin âlemin ne olduğu hususu, hâlâ, problem olma özelliğini korumaya devam edecektir.

   ORDU ŞEYHİ :Askerleri cihada teşvik ve ordunun zafere ulaşmasına dua için çaba gösterenler. Fatih, İstanbul'un fethinde, ağzı dualı Akşemseddin gibi kutsal gönüllü velilere davette bulunmuş, onlar da, bu görevi seve seve yapmışlardı. İşte bu âdet, Tanzimat'tan sonra kaldırılmıştır.

TASAVVUFÎ TERİMLER (P)
..:: 1 ::..

   PABUÇ: Farsça, ayağa giyilen şey demektir, Pâ : Ayak, Pûş: Giymek manasına gelir. Tasavvuf âdabına göre, misafirin ayakkabıları dışarı doğru çevrilmez. Bunun sebebi, misafirin giderken, sırtını ev sahibine dönme zorunda kalmasıdır. Bu şekilde misafir, arkasını dönmeden ayakkabısını giyer ve o şekilde de kapıdan çıkar. Buradaki ince espiri, insanın insana saygılı olmasıdır. Yine, bir misafirin ayakkabılarının dışa çevrilmesi, onun bir daha gelmesini istememe anlamına gelir. Suçluların ayakkabılarının burnu dışarı çevrilerek, ona bir daha gelmemesi mesajı tasavvuf adabında bu şekilde iletilir. Bu duruma "seyyah vermek" veya "papuç çevirmek" denir. Bu deyim, halk arasında "pabucunu eline verdiler" şeklinde kullanılır.

   PABUCU DAMA ATILMAK : Eskiden esnaflar, fütüvvet teşkilâtı bünyesinde bir tarikat şeyhine bağlı idiler. Esnaftan biri, fütüvvet terbiye ve âdabına aykırı bir davranış sergilerse (meselâ, bağlı olduğu loncaya aidatını ödemezse, hile yaparsa, ahlâksız bir iş yaparsa) dükkanının önünde, fütüvvet erenlerinin, şeyhinin ve ahî babanın huzurunda, ayakkabıları çıkarılarak niyaz durumunda muhakeme edilir. Suçlu olduğu sonucuna varılırsa, pabuçları dükkanın damına atılır. Dükkanı belirli bir zaman için veya sürekli olarak kapatılır, ticaret ve san'attan men edilirdi. Pabucu dama atıldı, artık işi bitti manasına gelir.

   PALHENG: Farsça, av veya suçlu kişinin bağlandığı kemende, ipe derler. Dizgin anlamına da gelir. Kalenderi ve Bektaşîlerde, bele kuşatılan kemerin biraz sol tarafına bağlanan, yaklaşık el büyüklüğündeki taşa denir. Bu taş, onu bağlayanı dizginleyip, nefsine galip geldiğine işaret eder. Palheng, genellikle, balımtaşı denen balgamî taştan yapılır. On iki imama işaret olarak, on iki köşelidir. Pirinç veya gümüşten bir mahfaza, bu taşı arkadan tutar. Yine, arkadaki bir halkadan geçen kuşakla, beldeki kemerin üstüne ve göbeğin sol tarafına gelmek üzere kuşanılır. Adının palheng olup olmadığını bilmediğimiz siyah bir taşı, Hacı Bayram Velî'nin, açlık riyazetlerinde, Hz. Peygamber (s)'i taklid etmek üzere karnına iple bağladığı bilinmektedir. Hüseyin Vassaf, Sefîne'sinde, 1910'lu yıllardaki, Ankara'ya yaptığı bir yolculukta, Hacı Bayram'ın türbesini ziyaret ettiğini ve orada bu taşı gördüğünü yazar. Şimdi bu taş Ankara'da Etnografya Müzesi'nde sergilenmektedir. Yunus Emre'nin şiirlerinde geçtiğine göre, onüçüncü yüzyıllarda palhengin bir tarikat cihazı olarak kullanıldığı söylenebilir:
Yunus, imdi tevbeye gel. Can sendeyken eyle amel. Aşk ile gel kuşanıgör, Bu dervişlik pâlhengini.

   PÂY-I MÂCÂN: Mevlevîler bu tâbiri "ayakkabılık" anlamında deyimleştirmişlerdir. Tasavvufî edebe aykırı hareket eden bir derviş, ayakkabılıkta sağ kulağı sol elinde, sol kulağı sağ elinde olarak tek ayak üzerinde bir süre durma cezasına çarptırılırdı. Bu cezaya pây-ı mâcân denir.

   PAZAR: insanların alış veriş yapmak üzere toplandığı yerler, Farsça bâzâr denir. "B" harfi Türkçe kullanımda, "P" harfine dönüşmüştür, ilahî nurların ortaya çıktığı yer. Kesret ve tefrika mertebesi. Bu terim aşk pazarı ve melâmet pazarı şeklinde de kullanılır. Birincisi, Allah aşkına düşen kişiyi, ikincisi de çile ve belâları ifâde eder.

   PAZARCI MAŞASI : Mevlevî terimlerindendir. Pazarcı beline demir takıp, tekkenin levazımını tedarik için pazara giderdi. Pazarcının beline takdığı demire pazarcı maşası denir. Pazar esnafı, bu demiri görünce, pazarcıya vereceği, satacağı malda indirim yapardı.

   PENÇE-İ ÂL-İ ABA: Aba ailesinin pençesi anlamına Farsça-Arapça bir tamlama. Hz. Muhammed (s), Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fâtıma'nın adlarının, el pençesi şeklinde yazılıp kazındığı levhalara denir.

   PEND: Farsça, öğüt, nasihat anlamında bir kelime. Hz. Peygamber (s)'in "Din nasihattir" hadisi, tasavvufta, motive edici bir düstûrdur. Nitekim, tasavvufî sohbetin hedeflerinden biri ve en önemlisi nasihat içerikli olmasıdır. Bu konuda "Pendnâme" adlı eserler verilmiştir. Seyyid Ali Hemedânî ve Feridüddin Attar'ın "Pendnâme"leri bu meyânda zikrolunabilir.

      Ey birader dinle pendim, varsa malın sakla tek 
      Düşmanına kalsın kalırsa, dosta muhtaç olma tek.
      La edrî

   PERİ: Farsça, uçmak anlamına gelen "perîden" mastarından türetilmiş, ism-i fail olup, uçan demektir. Cinlerden güzel olan ve zarar vermeyenlere, peri denilir. Güzel yüzlü olan kişilere, peri yüzlü tâbiri kullanılır. Peripeyker, peri evladı, perirû kelimeleri de aynı anlamı taşırlar. Türkçemizde kullanılan "perisi hoşlanmamak" tâbiri, ruhen uyuşmamayı ve sevmemeyi ifâde eden olumsuz bir anlama sahiptir.

   PERDE: Farsça, örtü demektir. Allah ve insan arasında yetmiş bin perde bulunduğunu bildiren bir hadis-i şerif vardır. (Müslim, İman, 293). Bu perdelerden bir kısmı zulmanî, bir kısmı da nuranîdir. Mal, mülk, menfaat, dünya sevgisi, şehvet, zulmanî; Allah'a ait tecelliler ise nurânî perdedir. Tasavvufî sülük ve vuslat yolunda, bu perdelerin kaldırılması gerekir.

   PEŞTEMAL: Farsça, belden aşağı sarılarak giyilen havlu veya bezden mamul giysiye denir. Fütüvvet erbabının simgesi durumunda bulunan peştemal kuşanmak, çıraklıktan ustalığa yükselenlere uygulanan bir törenin adıdır. Bu törende ahî lideri, işinde ustalaşmış san'atkâra, peştemal kuşatır. Sonra, san'atının durumuna göre, kendisine terazî, makas, ustura gibi edevattan birini verirdi. Tören, esnaf topluluğunun huzurunda yapılırdı.

   PERİŞANİ-PERİŞAN-PERİŞANLIK : Farsça, dağınıklık, zavallılık, mahzunluk vb. gibi anlamları olan bir kelimedir. Tasavvuf? açıdan, cem' âleminin zıddı olan tefrika âlemine denir.

      Perişân-hâlin oldum, sormadın hâl-ı perişanım. 
      Canımdan derde düştüm, kılmadan tedbîr-i dermanım.
      Fuzûlî

   PEYMANÇE: Farsça, ufak söz verme, ahitçik anlamına geldiği gibi, pay-ı mâcân'dan bozma bir kelime de olabilir. O takdirde pabuçluk, ayakkabılık manalarına gelir. Adâb ve erkân açısından ufak kusur işleyen dervişlere, ayakkabılıkta bir miktar, tek ayak üzerinde, ve çaprazlama iki elle iki kulağı tutma şeklinde uygulanan cezaya, peymançe denir. (Ayr. bkz. Pây-ı Mâcân) Gölpmarlı'nm incelemesine göre, bu ceza sonraları kalkmış olup, hizmeti bitiren derviş, niyaz vaziyetinde ayakkabılıkta durarak, hizmetinin "haklı, hayırlısını" diler. (Ayr. bkz. : Ayak mühürlemek ve Hak)

   PEZEVENK: Farsça, "pejvend"den bozma bir kelime olup, kadın tüccarlığı yapan, fuhuş pazarlamacıları için kullanılan bir tâbirdir. Bu münasebetle, özellikle, tasavvuf ehli yol göstericiler, rehberlik yapanlar için bu tâbir kullanılmıştır. Hattâ medih olmak üzere "koca pezevenk" tâbiri de kullanılır.

TASAVVUFÎ TERİMLER (R)
..:: 1 ::..

  RAB: Arapça, terbiye eden, doyuran, yetiştiren vs. gibi anlamları olan bir kelime. Zâtın, ruhî veya cismânî gayb varlıklarına olan nisbeti bakımından, Hakk'ın bir ismidir. Allah'ın Rab isminin, fonksiyon olarak işlerlik kazandığı her şey, merbûb dairesinde mütalaa edilir. Allah'ın zatî, rubûbî isimlerin menşeidir. er-Razzâk ve el-Hafîz gibi isimler böyledir. Rab ismi de, merbûbun varlığını gerektiren ve gerçekleştiren bir isimdir.

   RABBANİ: Rabba mensub, Allah adamı anlamına Arapça bir kelime. Velilere, Rabbânî de denir. Yani, bu manada Rabbânî, Allah dostu, Allah'ı bilen, tanıyan ve ona amelen, fikren yakın olan kimse demektir. İlim ve dinde derinleşmiş, ilmini hayatına geçirmeye muvaffak olmuş kimselere de, Rabbânî adı verilir.

   RABBU'L-ERBAB: Arapça, Rablerin Rabbi yani, terbiye edenlerin terbiye edicisi demektir. Rabbü'l-Erbâb, gayelerin gayesi ve bütün isimlerin menşei olan ilk belirlenme (ta'ayyun-i evvel) ve ism-i a'zam itibariyle, Hak'dır. Bütün istekler O'na yönelir. O, her hususu hâvîdir. Necm süresindeki (âyet: 42)
   "Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir" ifadesiyle, bu hususa işaret vardır. Zira, Hz. Peygamber (s), ilk belirişin ortaya çıkış yeridir. O'na mahsus olan rubûbiyyet, en büyük rûbûbiyyettir.

      Sedd-i reh olmadı sidre-i bezm-i melekût 
      Kıldı azm-i harem-i halvet-i Rabbü'l-erbâb
      Fâzıl

   RABITA : Arapça, bağlayan, rapteden demektir. Tasavvuf? olarak, müridin zihnî planda, tefekkür ve muhayyile gücünü kullanarak mürşidiyle "beraberlik" halinde olmasını ifade eder. Ruhî terbiye için, bu mânâ beraberliğine ihtiyaç olduğu kaydedilir. Nakşibendîlikte rabıta önem arzetmekle birlikte, asıl değildir. Diğer tasavvuf okullarında da, ismen olmasa bile, mânâ olarak rabıta vardır. Râbıta'ya, sevgi anlamı da yüklenmiştir. Meselâ, sevgi rabıtası için şu tarif verilir: "Mürşidin şeyhini severek, yâd etmesi ve suretini zihninde canlandırmasıdır". Kalbî rabıta diye verilen bir tarif de şöyledir: "Müridin, kalben şeyhi ile beraber olmasıdır". Bu mânâ birliğinin, müridi şeyhinde fânî olmaya yani, onun hâli ile hallenmeye götürdüğü söylenir. Rabıta için sufiler "Sâdıklarla beraber olunuz" (Tevbe/119) âyetini baz olarak alırlar. Kişinin sevdiğiyle beraber olduğunu bildiren hadis-i şerifler, rabıtadaki muhabbet keyfiyetini açıklayıcı olarak düşünülmektedir. Şeyh Abdülhakim Arvasî (k), namaz esnasında rabıtanın sakıncalı olduğunu ve bu sebeple, namazda sadece Allah'a rabıta yapılması gerektiğini söyler. Rabıta, her şeyden önce, psikolojik muhtevasıyla insanî bir olaydır. Kundaktaki çocuğuna duyduğu aşırı sevginin, o çocuğun annesinin süt ve gıda ihtiyacını hafif bir göğüs sızısı ile hissettirmesi ve bu gibi örnekler çoğaltılarak, rabıtanın insanî, fıtrî ve tabiî bir olay olduğu hususu kolayca anlaşılabilir. Bir insanın öğretmenine, annesine, babasına, kardeşine, eşine, dinine, Kur'ân-ı Kerim'e ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a duyduğu sevgi, bir rabıtadır. Bu, insanın etrafını kuşatan âfâk (obje) ile derunî temasını ve yakınlaşmasını sağlayan önemli bir araçtır. Bu sevgi olmasa, varlığın devamı mümkün olmazdı. Rabıta, tasavvuf! planda, hiç bir mutasavvıf tarafından, insanın insanı tanrı edinmesi şeklinde açıklanmamış, ancak müridin şeyhine olan aşırı sevgisi, tasavvuf psikolojisi tatmamış kişiler tarafından, farklı biçimde yorumlanmıştır. Müridin şeyhine olan rabıtası, (özellikle Nakşî sülukunda) murakabe'ye kadardır. Ondan sonra, müridin sadece Allah'a rabıta yapması gerekir, o durumuyla yine şeyhine rabıtaya devam eden kişi, manevî açıdan gerilemeye duçar olur. Zira şeyhe rabıta yapma, nihai rabıta olan Allah'a rabıtanın bir ön hazırlayıcısı hüviyetindedir, ilki, yüzme eğitimini alan; ikincisi de, eğitimini tamamlamış, denizde bilfiil yüzen kişinin durumu ile mukayese edilir. Bu örnekte görüldüğü üzere, ikinci durum, birinciden daha ileridir, daha olgundur.

   RACÜL-İ HASSA: Arapça, özel adam demektir. Manevî güç sahibi, özel kişiler için kullanılan bir ifâdedir. Hz. Adem'e ait bazı özellikleri taşıyan kimselere denir ve sayılarının üçyüz kişi olduğu kaydedilir.

   RACÜL-İ KAMİL: Arapça, olgun insan demektir. Manevî güç sahibi bir grup veli. Hz. Nuh'un kalbi üzerine, her asırda kırk kişi yetişir. Ümmet-i Muhammed (s) 'den olmakla birlikte, diğer peygamberlerin manevî mirasına sahip bu kişiler hakkında, "Ümmetimden, Hz. Nuh'un kalbi üzere kırk kişi vardır" hadis-i şerifi kaydedilir.

   RACÜL-RİCÂL: Arapça, erkek anlamında bir kelime. Allah'ın veliliğine layık olmuş kişiler ki, bu mânâda kadınlardan da recül olur. Bunlara "ticaret ve alışverişin, Allah'ı zikirden alıkoymadığı erkekler..." âyetiyle işaret edilmiştir (Nur/37).
İki türlü rical vardır :
   1 Ricâl-i aded : Bunların sayıları bellidir.
1 tane kutub, 2 tane imamân, 4 tane veted, 7 tane bedel, büdelâ veya ebdâl, 12 tane nakib, nükebâ, 40 tane recebî, recebiyyun, 300 tane müctebâ.
   2. Ricâlü'l-Merâtib : Sayıları belli değildir; bunlar, melâmiyyun, fukara, sufiler, âbidler, zâhidler, efrâd, ümenâ, kurrâ, ahbâb (verese, evliya)vb'dir. Otuzüç çeşit evliyanın varlığından bahsedilir.

   RAĞBET: Arapça, isteme, arzulama demektir. Nefsin sevaba, kalbin hakikate, sırrın Hakk'a rağbet etmesine denir. Dünyaya veya âhirete duyulan meyle de rağbet denir.

   RAHAT: Arapça, dinlenme manasınadır. Tasavvuf erbabına göre, bu dünya bir rahat yeri değildir: "La râhate lenâ fi'd-dünya". Ancak "dünya hayatına razı olup, rahat buldular" (Yunus/7) âyetindeki tipler için, burası, huzur yeridir. Aynı âyetin başında "Allah'a kavuşacaklarını ummayanlar..." ifadesiyle, bunların maddeci bir karaktere sahip olduğu belirtilmektedir.

   RAH-I HAK: Hak yolu manasına Farsça-Arapça bir ifâde. Allah yolu, sırat-ı müstakim.

   RAHMANİYYE: Halvetiliğin Kabil kolu. RAHMANİYYE: İsim ve sıfatların, hakikatlarıyla ortaya çıkışı. Rahmaniyye mertebesinde zuhur eden isim, er-Rahmân'dır.

   RAHİB: Arapça, korkan demektir. Halktan ayrılan ve mâsivâdan sıyrılıp, kendisini sadece Allah'a adayan, çileci Hıristiyan din adamı. Bu hayatı yaşayanlar, evlenmezlerdi. İslam'da bu tür ruhbanlık hayatı yoktur.

   RAHMANİYYUN: Rahman'a mensup olanlar anlamında, Arapça bir kelime. Veliler hiyerarşisindeki tabakalardan biri. Tasavvufa dair eserlerde, "her asırda, üç kişiden ibaret olan Rahmâniyyun, taşa sürtülen demirin çıkardığı ses gibi, gizliden sesler duyarlar. Bu sesten, Allah'ın muradını anlayarak, ona göre vazife yaparlar". Rahmâniyyun tabakası ebdâl-ı seb'a'ya benzetilirse de, bu doğru değildir.

   RAHMAN-RAHİM: Arapça, çok acıyan demektir. Kemalâtın, mü'minlere mâ'rifet, tevhid vs. şeklinde feyz halinde gelip yerleşmesine, rahim denir. İlâhî hazrette kendisinden, varlığı ve mümkünlere ait kemalâtı doyuran şeyi indiren, toplu isimler bakımından, Hakk'a Rahman adı verilir.

   RAHMET: Arapça, acımak demektir. Hz. Peygamber (s)'in, Delâil'de kaydedilen ikiyüz bir isminden biri, Allah'ın iki türlü acıması söz konusudur: 1. Rahman : Umumi acıma ki mü'min, kâfir herkesi içine alır, bu dünyada tecelli eder: 2 - Rahim : Ahirette ve sadece mü'minlere olan acıma. Özel rahmet.

TASAVVUFÎ TERİMLER (S)
..:: 1 ::..

   SA'ADET: Arapça, mutluluk, bahtiyarlık anlamına gelen bir kelime. Zıddı şekavettir, bedbahtlıktır. İlâhî nimetlere, feyzlere ve tevfika ulaşmak ve bu şekilde dünyada ve ahirette yüksek makamlara ermek demektir. Allah'a kulluk, saadet; isyan ise, şekavettir. Allah'ın rızasına nail olmuş kişiye, sa'îd, aksi durumdakine de şakî denir.

   SA'AK: Yıldırım düşmesi, şiddetli gürlemek, bayılıp kendinden geçmek ve helak olmak gibi çeşitli anlamları olan Arapça bir kelimedir. Kur'an-ı Kerimde, Hz. Musa'nın Tur-ı Sina'daki bayılışı konusunda geçer: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte (Tur-ı Sina'ya) gelip de, Rabbi onunla konuşunca, 'Rabbim, bana (kendini) göster; Seni göreyim' dedi. (Rabbi) 'Sen, Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin! buyurdu. Rabbi o dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Musa da baygın yere serildi. Kendine gelince dedi ki, 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim" (Araf/143). Kâşânî, sa'akı, "Zât'a ait tecellî sebebiyle Hak'ta fani olmak" diye tarif eder. Sa'ak; bayılmak, aklın gitmesi ve fânî olmayı ifade eden bir terimdir. Bunun sebebi, hakikatlerin nurlarını mütâlâa etmektir. Sa'ak bir dehşet hâlidir; sekr ise, sâdık bir kulun kalbine, Allah'ın sırlarının tecellî etmesinden kaynaklanır, bu da, müşahede hâlinde olur. Salik manevî makamları kat ederken, Rabbânî nurları müşahede etmekten dolayı kendinden geçer, buna sa'ak denir. Her halükârda, sa'ak, psikolojik olarak sufînin yaşadığı, bir tür kendinden geçme hâlidir. Olay, bu yönüyle sübjektiftir. İşte bu şekilde sa'ak insana ve âleme zahir olan bütün tecellî nurları ve ilahî tecellî pırıltılarına denir. Bir görüşe göre de, sa'ak, bir anda aşığı yakıp kül eden aşk ateşi veya kıvılcımıdır.

   SÂ'AT: Saat, şimdi, zaman parçası, kıyamet gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelime. İki saat vardır. 1. Sâat-i kübrâ, 2. Sâat-ı suğra. ilâhî hakikatin zuhuruna, sâat-ı kübrâ (büyük saat) denir. Alemin her bir parçasının, umumî saatle bir araya gelen, kendine has bir saati vardır ki, buna da, sâat-i suğrâ (küçük saat) denir. Büyük saate, kıyamet de denir.

   SABÂ: Arapça, fiil olarak, âşık olmak, özlemek, meyletmek; isim olarak, Sabâ rüzgarı, seher rüzgarı, ferahlatıcı rüzgâr demektir. Bu rüzgarın, gül ve çeşitli çiçeklerin açmasını sağladığı, söylenir. Kâşânî'ye göre, ruhaniyete ait doğu cihetlerinden esen ve hayra vesile olan rahmanî nefhalar, rahmanî esintilerdir. Sabâ rüzgarının, Ümmet-i Muhammed için müjdeci bir anlamı vardır.

   SABAH MEYDANI: Mevlevî tâbiridir. Erbain çıkarmış veya kapıdan geçirilmiş dervişlerin sabahleyin toplandıkları yere, sabah meydanı denir. Burada dervişler, "işrâk Namazı"nın vaktini (güneş doğuşundan kırk beş dakika sonra) istiğfar, tefekkür ve Kur'ân okuyarak beklerlerdi. Aynı şey ikindi-akşam arasında da yapılırdı. Sabah namazı kılındıktan ve ism-i Celâl okunduktan sonra, başta Şeyh veya Aşçı Dede, Sultan Veled Postu'na, dedeler de kıdem sırasına göre, meydandaki postlara otururlardı. Herkes yerini aldıktan sonra, iç Meydancısı tarafından baklava şeklinde kesilmiş ve kızartılmış birer lokmalık ekmek parçaları, bir tepsi içinde dolaştırılır, ardından birer sade kahve sunulurdu. Bundan sonra topluca murakabeye varılırdı. Murakabe, Şeyh'in veya Aşçı Dede'nin "Nasr (izâ câe nasrullahi ve'l-feth) suresini okumasıyla sona erer, ardından şu gülbank okunarak herkes hücresine çekilirdi: "Sabah-ı şerîf hayrola, hayırlar fethola, serler def ola, ashâb-ı hayratın rûh-ı revanı handan u ve şad, kulûb-ı âşıkân küşâd, demler safâlar müzdâd, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems, kerem-i İmâm Ali, hû diyelim hû".

   SABIK: Arapça, önceki, geçen, anlamına ism-i fail. Sabık, hallere sahib kişiye denir. Bu durumdaki kişi, Allah'ın muradı karşısında, kendi isteğinden vazgeçmiştir. Sâbık'ın Allah'a heybet üzere ibadet ettiği, Rabbisini unutmadığı, belâlardan lezzet aldığı söylenir. Bu ise, sufînin halidir.

   SABIKA: Öne geçen, önceki manasında, Arapça bir kelime. Kâşânî bu terimi şöyle tarif eder: Kur'an-ı Kerim'de "inananlara Rableri katında yüksek makamlar bulunduğunu müjdele" (Yunus/2) âyetinde işaret edilen ezelî inayete 'sabıka' denir.

   SABÎHU'L-VECH: Arapça, parlak ve güzel yüzlü anlamında bir tamlama. Kâşânî, Allah'ın Cevvâd (çok cömert) ismine mazhar olan ve bunu kendinde gerçekleştiren kişiye, sabîhu'l-vech tâbirini kullanır. Camiu's-Sağîr'de bu konuda bir hadis zikrolonur: "Hayrı, güzel yüzlülerden isteyiniz".

   SÂBİRİYYE: Hoca Alâeddin Ali Ahmed Sâbir (ö. 690/1291) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Çiştiyye'nin kollarından biridir.

   SABR: Birini bir şeyden alıkoymak, hapsetmek, tutmak, dayanmak, sabretmek vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Başına gelen belalara, sıkıntılara dayanmaya sabır dendiği gibi, Allah'a ibâdette devam ve isyandan sürekli kaçmaya da sabır denir. Sabr, musibetle karşılaşıldığında, ilk anda olur. Sabır için çeşitli dereceler vardır: 1. Sonunda karşılaşacağı nimetleri düşünerek belâlara sabır etmek. 2. Allah'ın cezalandırmasından korkarak, günaha girmekten kaçınmaya sabretmek, 3. Tâat ve ibâdette nefse gelen ağırlığa sabretmek. Kur'ân-ı Kerim'de, kulun çeşitli dayanıklılık testlerine tâbi tutulduğunu gösteren pek çok ayet olup onlardan biri şudur: "Andolsun ki sizi biraz korku, açlık mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. (Ey! Hz. Muhammed a.s) Sen, sabredenleri müjdele" (Bakara/155). Sabrın mukabilinin cez, olduğu söylenir. Sabır konusunda çeşitli atasözü ve deyimler vardır:
   Sabr-ı cemîl : Yusuf Suresinde Hz. Yakub(a)'un, hüzün ve şikayetini kullara değil, sadece Allah'a yapması, insanlara şikâyetlenmemesi şeklinde olan sabıra, sabr-ı cemîl, yani güzel sabır denir. Mutasavvıflar, belânın Allah'tan geldiğini, insanlara sızlanmanın, dertlenmenin, bir tür Allah'ı şikâyet mânâsına gelebileceğini söylerler. Râdıye ve mardıyye mertebelerinde irâdesini Allah'ın irâdesine teslim eden kulun, O'ndan gelen iyi, kötü her şeyi "el-hayru fimahtârahullâh" (Hayır, Allah'ın seçtiği şeydedir) espirisiyle değerlendirmesi gerekir.
Sabreden derviş muradına ermiş : Burada derviş, hem fakir kimse, hem de sufî anlamına gelir. Her ikisi de sabrettiğinde, sonunda mutlaka hedefe ulaşacaklardır.
   Sabır acı, meyvesi tatlıdır : Bu atasözü, sabrın sonunda, mutlaka iyiliğe kavuşulacağına, ancak bunun için biraz sıkıntı çekilmesi gerektiğine işaret vardır. Nitekim âdetullah da böyledir. Önce zorluk ve sıkıntı (usr) sonra, kolaylık ve iyilik (yüsr). inşirah suresinde, bu husus, önemine binaen yinelenerek zikredilmiştir: "Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır, Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır" (inşirâh/4-5).
   Sabırla koruk helva olur, dut yaprağı atlas : Bu söz de, koruğun zamanla üzüm, dut yaprağının da kendisini yiyen ipek böceğinin karnında ipek haline dönüşeceğini bildirir.
Sabırlı ol da, molla desinler : Mollalık, uzun yıllar ağır bir eğitim-öğretim sonucu elde edilir ve büyük bir sabır ister. Bu da sabırla okuyup ilim tahsil etmeyi öğütleyen bir atasözüdür.
   Sabrın sonu selâmettir : Bu söz, sabırla pek çok sıkıntıdan kurtulmanın mümkün olacağını ifade eder.

      Sen adli zulüm sanma.
      Teslim ol oda yanma.
      Sabret sakın usanma.
      Mevlâ görelim n'eyler, 
      N'eylerse güzel eyler.

      Deme şu niçin şöyle, 
      Yerincedir ol öyle, 
      Bak sonuna sabreyle, 
      Mevlâ görelim n'eyler, 
      N'eylerse güzel eyler.
      Erzurumlu İbrahim Hakkı

   Sabır, ferdin toplum hayatında, uyum ve düzen açısından büyük önem arzeder. Zira her güzel ahlâkın başı sabırdır. Önemine binâen sabırdan türetilmiş çeşitli anlatımlar, Kur'ân-ı Kerim'de 103 yerde geçmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de es-Sabûr'dur.

TASAVVUFÎ TERİMLER (T)
..:: 1 ::..

   TA'ÂM: Arapça, yemek demektir. Tasavvuf! edepler arasında az yemek önem taşır. Cüneyd-i Bağdadî, Allah'ın rahmetinin, sûfîlerin üzerine üç yerde indiğini söyler ki bunlar: Yemek yedikleri zaman; onlar yemeği ancak yeterince yerler. Aralarında ilim müzakeresi yaparken; sûfîler sadece evliyanın hallerini anlatırlar. Sema yaptıklarında; onlar, ancak hakkan işitirler. Sûfiler çok acıkmadıkça yemezler, yediklerinde de ölçüye dikkat ederler. Yine sûfîler, sofrayı ganimet bilmez, yemek yerken aşırıya kaçmaz ve başkalarına da yük olmazlar.

      Az yemekten evliya olur kişi, 
      Az yiyenlerin hakdır teşvişi, 
      Çok yiyenlerdir ibâdet etmeyen, 
      Çok yiyendir doğru yola gitmeyen. 
      Eşrefzâde

   TA'N ETMEK: Arapça, ta'n dürtmek demektir. Kınamak ve aleyhde bulunmayı da ifade eder. Ta'n eden bizden, ettiren ise bizden değil: Bu, taş atan bizden, attıran bizden değil anlamında da kullanılır. Bu söz, tasavvuf yoluna giren kişinin, bağlı bulunduğu yola tenkit getirecek davranışlarda bulunmaktan sakınması, ölçülü olması ve dikkatli konuşması gerektiğini bildirir. Bu konuda Kur'an'da da şu mealde bir uyarı vardır: "Onların Allah'tan gayrî taptık (ilah) larına sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek Allah'a söverler..." (En'âm/108).

      Zâhid bize ta'n eyleme 
      Hak ismin okur dilimiz
      Sakın efsane söyleme, 
      Hazrete varır yolumuz.
      Bezcizade Muhyiddin

   TÂ'AT: Arapça, itaat, muvafakat, emre boyun eğme gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Seyyid Şerif tâatı, bir emre isteyerek muvafakat etme, şeklinde tanımlar. Tâat ona ve Mu'tezile'ye göre, Allah'tan başkası için caiz olup, bu, irâdenin muvafakatidir (Emrin değil). Sülemî, tâatın nedenini, cehennem korkusu, cennet ümidi ve Allah'ın rızasına bağlar. İbadete verilen mânâlardan biri de tâattir. Allah'ın emirlerine uyana muti veya ehl-i tâ'at denir.

   TA'AYYÜN: Arapça belirme, anlamında bir kelime. Vahdet-i vücuddaki zattan ilk ortaya çıkan, beliren varlık mertebesine, ta'ayyün-i evvel (ilk belirme); ikinci varlık mertebesine de ta'ayyün-i sânî (ikinci belirme) denir. Ta'ayyünler cüz'î ve küllî olmak üzere iki türlüdür.

   TAB: Tabiat, mizaç anlamlarında Arapça bir kelime. Her şahsın hakkında, kendisiyle ilmin öne geçtiği şeye tab' denir.

   TABAKA: Mertebe, menzile hal anlamlarını içeren Arapça bir kelime. Şeyhlerle buluşma, onlardan tasavvuf eğitimi alma ve aynı yaşta olanların oluşturduğu cemaate tabaka denir.

   TABAKAT: Arapça, tabakalar, mertebeler anlamında çoğul bir kelime. Biyografileri, toplu olarak ihtiva eden kitaplar.

   TABİ'AT: Tabiat, seciye, karakter anlamlarında Arapça bir kelime. Cürcanî bunu, "cisimlere sirayet eden bir kuvvet olup, cisim onunla tabiî olgunluğuna ulaşır" diye tanımlamıştır.

   TABİB-İ RUHANÎ: Arapça, maneviyat
doktoru demektir. Seyyid Şerife göre, maneviyat doktoru arif bir kişi olan şeyhtir. O, bu tıb ile kemâle erdirir, doğruya iletir. Eğer islâm'da bir psikolojiden bahsedilecek ise, en mükemmel psikologlar, sûfîlerdir. Zira onlar insanın iç âlemini keşfe çıkmış, durmak bilmeyen gezgin-kâşiflerdir.

   TABİRNAME: Arapça ve Farsça iki kelime-den meydana gelen bir sözcük, yorum mektubu anlamında. Uykuda görülen rüyaları yorumlamak üzere yazılan kitaplara, tabirname denir.

   TÂC: Farsça, süslü başlık anlamında bir kelime. Hükümdarların resmî günlerde, başlarına giydikleri murassa başlık. Bazı şeyh ve dervişlerin başlarına giydikleri çeşitli şekillerdeki külah, tâc olarak adlandırılır. Bu taca bakarak, giyen kişinin hangi tarikat-ten olduğu anlaşılırdı. Bu tâc, dövme yünden yapılırdı. Mevlevîlerin giydiği taca, sikke adı verilir. Tacın üst kısmına kubbe, başa geçen kısmına lenger denir. Tâcname : Taç geleneğini rivayetleriyle bildiren, her tarikatın taçlarını, şekillerini, destârlarını tesbit eden kitaplara denir.

   TAÇ GİYDİRİLMEK: Şeyhler tarafından müridlere törenle taç giydirilme töreni. Tasavvuf yolunda ilerleyip, olgunlaşan ve bu şekilde irşâd seviyesine gelenlere, şeyh tarafından taç giydirilir, ellerine de mühürlü bir "icazetname" veya "hilâfetnâme" verilir ki, bu bir tür diplomadır. Hırka da aynı durumda olanlara, törenle giydirilirdi. Meselâ Kâdiriyye tarikatında Şeyh, Fatiha suresini okur, Allah ve Peygamberimiz (s) den vekâlet kastederek, kendi eliyle hırkayı giydirir. Ondan sonra tarikat silsilesini okur ve şunları söyler: "Benim şeyhim Ahmed Efendi, bana mübarek eliyle giydirdi ve ona da şeyhi Hüseyin Efendi giydirdi. Ona da şeyhi Es'ad Efendi giydirdi..." bu isim silsilesini sonuna kadar okuyarak "ben dahi şeyhimin giydirdiği minval üzere sana giydiriyorum" der, veyahut icazetnameyi okur, tören bu şekilde sona ererdi.

   TAHAKKUK: Arapça, gerçekleşme demektir. Kâşânî, "Hakk'ı isimlerinin şekilleri olan âlemlerde görmektir. Bu durumda mütehakkık, ne Hak ile halktan, ne de halk ile Hak'tan perdelidir" şeklinde tanımlar. Hafnî de bu terimi şöyle tarif eder: "İnandığı kişi (Allah'ın) huzurunda sürekli durduğunu kalben anlamak". Bu, bir tür ihsan manasınadır. Yine, sûfînin Allah'ın verdiği ilimle, İlâhî hakikate erip, o hakikatle mütahakkık olursa, bu duruma tahakkuk denir. Serrâc, kulun hakikati bulmak ve Hakk'a ermek üzere bütün gücünü sarfetmesine tahakkuk, der. Bu durumdakilere ehl-i tahkîk veya ehl-i tahakkuk adı verilir.

   TAHALLÎ: Bir şeyin tatlı ve hoş olması, süslenmek gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelime. Kötü huyları terkedip, güzel huylarla bezenmeye tahallî denir. Söz ve davranışlarda sadıklara benzemeye tahallî denmekle birlikte, sırf dış benzeme yeterli değildir. Zira, Hz. Peygamber (s), imanın temenni ve tahallî ile olmayacağını, kalpte duyulup, amellerin de onu doğrulaması şeklinde ortaya çıkması gerektiğini söyler. Kur'an ahlâkı, bir müslümanın süsüdür. Hz. Peygamber'in bu ahlâkla tam anlamıyla mütehallî olduğunu görüyoruz.

   TAHALLÎ: Arapça, terketmek, boşlamak, yalnız başına kalmak gibi mânâları olan bir kelime. Tasavvufta ise, kişinin kendisini Hak'tan alıkoyan şeylerden yüz çevirerek halveti tercih etmesidir, şeklinde açıklanır. Bu mânâda tahallî, uzlet, yani insanlardan ayrılmadır. Nefsinden ayrılıp Allah'a yönelmek de tahallî olarak değerlendirilmiştir.

   TAHARET: Arapça temizlik demektir. Şeriatta, belirli azaları, özel şekilde yıkamaya taharet denir. Bir sûfî için, en sevimli şey, taharet ve nezâfettir: Elbiseyi temiz tutmak, misvak kullanmaya devam etmek, yaz-kış her Cum'a günü yıkanmak, güzel koku sürünmek, akar sulardan hoşlanmak, gusle devam, abdest üzerine abdest almak. Kalp temizliği; onu şüpheden, çekememezlikten, şirkten ve töhmetten kurtarmakla olur.

   TÂHATTUM: Yüzük takmak, bilmez görünüp susmak, bir şeyi saklamak mânâlarını ihtiva eden Arapça bir kelime. Ariflerin kalbi üzerinde bulunan Hakk'ın alâmeti.

   TÂHAYYÜR: Arapça, hayrete düşmeği ifade eder. Matlûbuna ulaştığı sırada arif kişilerin kalplerine inen şey. Bazı sûfîler tahayyürü şöyle tanımlar: Tahayyür; önce vuslat, sonra fakr sonra da şaşkınlığa düşmek şeklinde ortaya çıkar.

TASAVVUFÎ TERİMLER (U)
..:: 1 ::..

   UBÛDE: Arapça, kulluk anlamındadır. Ubûde; Allah'ı sevmek, O'ndan utanmak, korkmak ve O'nu yüceltmek üzere kulluk yapmaya denir. Ubûde, ubûdiyyetten daha üstündür. Aynı şekilde ubudiyet de ibâdetten üstündür. İbadetin, mahalli beden olup emri yerine getirmekle ortaya çıkar. Ubûdiyyetin mahalli ise, ruhtur, hükme rıza gösterme şeklinde olur. Ubude'nin mahalli de sırdır. Hz. Ebu Bekir, Allah'ı ta'zim ve yüceltmek için ibadet ederdi. Peygamberimiz (s), ashab-ı kirama, Hz. Ebû Bekir sizi faziletçe niçin geçti, bilir misiniz, deyince, ashab "niçin?" diye sordu. Hz. Peygamber (s) de şu cevabı verdi: "O, sizi namazı çok kılarak, orucu bol bol tuta- k rak geçmedi. Onun üstünlüğü, kalbinde duyduğu saygı iledir. Bu da , Allah'ı yüceltmek ve ta'zim etmekle olur. "Ömer, Allah'a korku ve heybet üzere ibadet ederdi. Bu yüzden o, heybet sahibi bir insandı. Kim Allah'tan korkarsa, herkes ondan korkar. Hz. Osman'ın ibâdetinde haya duygusu, Hz. Ali'ninkinde de sevgi duygusu , hâkimdi.

   UBÛDİYYET: Arapça, kulluk demektir. Seyyid Şerif Cürcânî bu terimi, ahidlere vefalı olmak, İslâm'ın çizdiği sınırları muhafaza etmek, mevcud olana razı olmak, elden çıkana da sabretmektir, şeklinde tanımlar. Yine bir tarife göre üç türlü ubûdiyyet söz konusudur: 1) Nefsin nevasına uymaktan sakınmak, 2) Nefsi, te-mennîlerle oyalanma'dan kurtarmak, 3) Rabbisinin emrine boyun eğmek. Ubudiyetin nihayetinin hürriyet olduğu kaydedilir. Ayrılık durumunda olan kişi, Allah'a kul olarak, vuslata eren ise hür olarak ibâdet eder. Vuslat durumunda olan kulun kalbi, Allah'tan gayri herşeyin tahakkümünden kurtulmuştur. O, bu haliyle mâsivanın değil Allah'ın kulu olmuştur sadece.

      Mazhar-ı feyz-i ubûdiyyet olandır insan 
      Yoksa ma'nfde kişi seki ile insan değil.
      Gâlib Dede

   UBÛDİYYE Lİ'L-HÂSSA: Havassa (seçkin kişilere) mahsus kulluk anlamında Arapça bir ibare. Sülük yolunda, nefislerinde niyyetin doğruluğunu gören kişilerin kulluğu.

   UBÛDİYYE Lİ'L HÂSSATİ'L-HÂSSA: Havassü'l-Havas grubuna mensup olanların kulluğu anlamında Arapça bir ibare. Bunlar Ehadiyyetü'l-Cem ve fark makamında ibâdet ederler.
Bu gruba mensup olanlar, ibadetlerinde nefislerini onunla kâim kılarak bulanlardır. Onlar Allah'a bu şekilde, fark ve ehadiyyetü'l-cem makamında kulluk yaparlar.

   UCB (veya UCÜB): Kendini beğenmeyi ifade eden Arapça bir kelime. Cürcânî bu terimi, kişinin hak kazanmadığı bir rütbeyi hak kazanmış gibi düşünmesidir, diye tanımlar. Yine, onun bir başka tanımlaması da şu şekildedir: Ucüb, nefsin gizli bir sebepten ötürü değişip, her zamanki hâlinden sıyrılıp uzaklaşmasıdır. Kendini beğenmek, bir nefis hastalığıdır. Kul, sahip olduğu bazı şeyleri göz önünde tutmak suretiyle, onların hakiki sahibi olan Allah'ı unutarak kendisine aitmiş gibi kabul ederek, büyüklenir, şımarır. Tasavvufta hedefe varmaya giden yolda, ucüb, çok önemli bir engeldir. Zira ucüb, bir hadis-i şerifte, yetmiş yıllık amelin boşa gitmesine sebep olan, (Suyûtî, el-Cami'u's-Sağîr, l, 84) kötü bir vasıf, şeklinde değerlendirilmiştir.

   UCEYLİYYE: Ebu'l-Abbâs Ahmed b. Musa b. Uceylî ez-Zuvalî el-Yemânî (ö. 690/1291 )'e dayandırılan bir tasavvuf okulu. Kadiriyye'nin kollarından biridir.

   UFK-I MÜBÎN: Arapça, apaçık ufuk demektir. Tasavvufta kalp makamının sonuna, ufk-ı mübîn denir. Bu kelime lügatta ufk veya ufuk olarak tesbit edilmiş olup, çoğulu âfâk gelir.

   UFTADE: Farsça, ism-i mef'ûl, düşmüş anlamına gelir. Halin ortaya çıkması durumunda, gereği gibi kulluk yapılamamasına uftâde denir. İlâhî celâlin tecellîsi.

      Kadrini üftâdenin anlar mı canan olmayan, 
      Kıymetin bilmez kulun dünyada, sultan olmayan.
      Mehdî

   UFUK (veya UFK): Arapça, yerle göğün birleşik olarak görüldüğü yere denir. Cürcanî, ruh makamının nihayetine ufuk-ı a'lâ der. Bu, Vâhidiyyet hazreti ve ulûhiyyet hazretidir.

   UKAB: Arapça, kartal, tavşancıl kuşu, kuyu içinde çıkıntılı taş, sancak, su yolu (ark) gibi anlamları olan bir kelime. Hz. Peygamber (s)'in siyah renkli sancağının adı. Halifelik Osmanlılara geçince, bu bayrak da kutsal emânetler arasında Topkapı Sarayı'na getirilmiştir. Cürcanî, bu terimi, kalem ve ilk akıl olarak tanımlar.Bu, bir sebebe bağlı olmaksızın, ilk olarak bulunmaktadır. Zira bu ilk mevcuda, yani ilk olarak zuhur eden zatî feyze bir icab ettirici yoktur. Âlem-i kuds'de, birinci akıldan daha yüce ve daha ulvî bir varlık yoktur. Buna ukab, yani kartal adı verilmiştir, o bu şekliyle, kimsenin erişemeyeceği biçimde, kuşlar gibi yükseklerde uçmaktadır.

   ULEMANIN YANINDA SÖZÜNÜ, EVLİYANIN YANINDA ÖZÜNÜ (KALBİNİ) GÖZET : Yeterince malumat sahibi olmayan, bilenlerin yanında konuşunca, ortaya kendi cehlinden başkasını koyamaz, bu durum onu alçaltır. Allah'ın velî kullarının sakınılması gereken firâset nuru, oldukça güçlüdür. Onlar bu firâset nuru ile, karşısındakilerinin kalbinden geçen bazı duygular sezebilirler. Bu nedenle, onlarla konuşurken kalpten kötü düşünceler geçirmemeli, denilir.

   UKEYLİYYE: Ukeylü'l-Mânicî b. Şihâbüddin Ahmed el-Batayihî (ö.V. y.y) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Harrâziyye'nin kollarındandır.

   ULÛHİYYET: Arapça, ilâhlık anlamına gelir. Fusus şerhinde, bütün isim ve sıfatları kendinde toplayan ismin mertebesine, ulûhiyyet mertebesi denir.

   ULULAR KÖPRÜ OLSA BASIP GEÇME :Yaş veya maneviyat bakımından yüce olanların gönül alçaklığı göstermeleri veya bir takım nedenlerden ötürü düşkün bir hale gelmeleri durumunda, onlara karşı büyüklenmemeyi tavsiye eden bir atasözüdür.

   ULULARIN SÖZÜ YERE DÜŞMEZ, DÜNYA DURDUKÇA :Mana ve ömür zenginliğine sahip kişilerin nasihatları dirilticidir, dünya devam ettikçe de diriltmeye devam edecektir. İşte bu nedenle uluların tecrübe ve akıl ürünleri, ihtiyaç duyanlara fayda sağlayacağı için kabul görürler, terkedilmezler. Uluların sözü de uludur. Veya ulu sözler, ululardan çıkar, aksine küçük adamlardan da küçük sözler çıkar. Yani sözün küçük ve güdüklüğü, sahibinin seviyesini belirler. Zira "kişi, dilinin altında gizlidir" denilmiştir.

   ULUNUN GÖNLÜ MUM GİBİ GEREK :Bu söz kalb-i selim sahibi, şefkat, merhamet madeni olgun kişileri hatırlatır. Kendisinden sürekli güller çıkan, ama üzerine çöp ve pislik atılan merhametli kişi mum gönüllüdür, yani aydınlatmaya, yararlandırmaya devam ederken, kendileri tükenmeyi sürdürür, hep verir, hiç almaz. Rahmetli maneviyat üstadı Manmud Sami Ramazanoğlu (k), kalb-i selim Kur'anî tâbirini şöyle tanımlardı: "Kimseyi incitmemek, kimse-den incinmemek!..."

   UMDETÛ'L-MÂNEVÎ: Arapça, manevî direk demektir. Semavatı yücelerde tutan güç. "Görmekte olduğunuz semaları direksiz olarak yüksekte tutar..." (Râd/2)

   UMUM-HUSÛS: Arapça, genel-özel anlamında iki kelime. Tasavvuf erbabı umum ve husus konusuna özen gösteregelmişlerdir. Çoğunluğa, toplu özellikler arzetmeleri nedeniyle ehl-i umum derken, herkesten farklı birtakım inceliklere özen gösterenlere de, ehl-i husus demişlerdir, ilki avamdır, zorlanınca kalbinde imanı muhafaza ederek küfr sözünü söyler, hastalık sebebiyle oruç kazaya kalırsa, fidye verir, borç verirse bağışlamaz mutlaka alır, katilde affetmez diyet ister iken; havas adı da verilen ehl-i husus, bahsi geçen konularda Kur'an'da belirtilen azimet yollarını seçerler. Bu açıdan bakılınca, âlim hüviyeti taşıyanların önemli bir çoğunluğu, tasavvuf erbabına göre, avam'dan sayılmıştır. Âlim bilen ve bildiğini yaşayana denir, sırf bilene âlim denmez. ""Kemeselî'l-hımari.." (Cum'a/5) ayetinde açıklandığı üzere, kitap taşıyan merkebe kitapların faydası olmadığı gibi, bildiğini yaşamayan da bilgiden yararlanamıyor demektir. Bazı vecizelerde bu yönde olmak üzere şöyle denmiştir: "Amelsiz âlim, meş'ale taşıyan köre benzer" (Sa'dî), "İlim insanı cehaletten kurtarır, ahmaklıktan değil..."

   UNSUR: Arapça, ırk, kök, cins, asi demektir. Tabiata ait çeşitli cisimlerin kendisinden bileşerek oluştuğu asi. Top-rak hava, su, ateş şeklinde insan karakterinde etkili olduğu söylenen dört unsur vardır.

   UNSÛR-I ÂZAM: Arapça, en büyük unsur demektir. Hazret-i ehadiyetten inen mertebeler hakkında kullanılır.

   ÜRYAN: Arapça, çıplak demektir. Tasavvuf düşüncesindeki, "çıplak geldik hiç bir şeye sahip olmadan, çıplak gideriz" yorumunu anlatan bir terim.

   USÛL: Arapça kök, temel, esas anlamına gelen asi kelimesinin çoğulu. Yöntem anlamında da kullanılır. Tasavvufî terbiye ede "usulsüz vusul olmaz" sözü meşhurdur. Usûl yani metot, bir ta savvuf okulundan diğerine değişim gösterir. Az yeme, az konuşma, az uyuma, inziva, çoğunda esastır. En çok kullanılan usûl-ı aşere (on esas) ise şunlardır: 1- Tevbe, 2- Zühd, 3- Tevekkül, 4- Kanaat, 5- Uzlet, 6- Zikir, 7- Teveccüh, 8- Tefekkür, 9- Murakabe, 10- Rıza.

   UŞŞAKIYYE: Halvetiyye kollarından olup, Hasan Hüsameddin el-Buharî (880/1475-1001/1592) tarafından kurulmuştur.

   UYANDIRMAK: Kandil, mum gibi ısıtma araçlarını yakmak anlamında bir tabir. Söndürmek için dinlendirme ifadesi kullanılırdı. "Mumu uyandır." mumu yak, "kandili dinlendir" kandili söndür ma-nasındadır.

      Serverâ lütfün uyandırsın muradın şem'ini, 
      Bunca demdir ki uyarmaz, baht-ı nabina uyur.
      Müverrih Âli

   UZLET: Arapça, halktan uzaklaşıp, onlardan ayrı yaşamak anlamında bir kelime. Müride başlangıç hâlinde uzlet gerekir. Bu, halkın onun şerrinden veya o, halkın şerrinden kurtulsun diye değildir. Bu, kötü ahlaktan uzlet (ayrılmak) tır. Vatanı değil, sıfatları değiştirmek esastır. Cüneyd "dinini selâmete, bedenini ve kalbini rahata erdirmek isteyen, insanlardan ayrılsın. Zira, bu zaman vahşet zamanıdır, akıllı olan vahdeti uzlette arıyandır" der. Kur'an'da uzleti anlatan bazı ayetler şunlardır: "Sizi ve Allah'tan gayrı çağırdıklarınızı terkediyorum" (Meryem/46), "Onları ve tapmakta olduklarını terkediniz" (Kehf/16). Uzletin karşıtı ihtilal, halka karışmayı ifade eder. Ancak tasavvuf ehlinin büyük çoğunluğu "insanların içine karışıp onların ezalarına sabreden kişi, insanlara karışmayıp, ezalarına sabretmeyen kişiden daha hayırlıdır" (Tirmizi, İbn Mâce), hadis-i şerifini temel alarak, insanların arasına karışmışlardır.Uzlet uygulaması, hayat akışı içerisinde küçük zaman dilimlerinde iç, murakabe, iç muhasebe için yapılır. Ömür boyu uzlet yapan sûfiler parmakla gösterilecek kadar azdır. O da sûfinin içinde bulunduğu kendine özgü hâlden kaynaklanan bir husustur. Genel değildir.

   UZUBET: Arapça, bekarlık anlamına gelir. Tasavvuf tarihinin erken dönemlerinde, bazı sufilerin kendilerine mahsus özel halleri sebebiyle evlenmedikleri kaydedilir. Bektaşîlerde bekarlara, hiç evlenmeyenlere "mücerred" denir.
   Amir b. Abdullah, Bişr-i Hafi, ilk devirde bekar yaşamayı tercih etmiş sufilerdendir.

TASAVVUFÎ TERİMLER (V)
..:: 1 ::..

   VÂCİB: Lazım, gerekli, lüzumlu ve farz gibi mânâları ihtiva eden Arapça bir kelime. İsm-i fail. Dinen farz mesabesinde güçlü bir yaptırımı ifade eden vacibin, yerine getirilmemesi, terkedilmesi günahtır. Vacibin inkarı sapıklıktır, küfrü gerektirmez (Cürcânî).

   VÂCİB -ZÂTÎHÎ: Arapça, kendi zatı sebebiyle vâcib (gerekli, lâzım olan) anlamında bir ibare. Cürcânî, bunu şöyle tanımlar: Yokluğu kesinlikle imkansız (mümteni) olan bir varlık olup, varlığı başkası sebebiyle değil, kendisindedir. Bu sebep-le yokluğunun imkansızlığı (imtinâı) zarurîdir. Eğer varlığın lüzûmluluğu, gerekliliği kendi zatı sebebiyle olursa, ona, kendi zatından dolayı vâcib adı verilir. Varlığı başkası sebebiyle olursa, vâcib li-gayrihî (yani başkasından dolayı vâcib) denir.

   VÂCİBÜ'L-VÜCÛD: Arapça, varlığı vâcib, gerekli olan anlamına bir tamlama. Seyyid Şerif Cürcânî, bu terime şu tanımı getirir: Varlığı kendi zâtı sebebiyle olup, başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayan demektir ki, bu da, Cenab-ı Allah'tır.

   VA'D: Arapça, söz vermek demektir. Va'd, müjdeyi ifâde eder. Mutlak va'd, ihsan derecesine ulaşmış mü'minler hakkındadır. Bu, kulların, kendine vâcib kılması dolayısıyla Allah üzerindeki bir hakkıdır.

   VÂDÎ-İ EYMEN: Arapça, sağdaki vadi demektir. Kalbin ilâhî tecellîyi kabul edecek şekilde arındırılması. Mutlak vahdet ki bundan "innî enallah (Ben Allah'ım)" hitabı gelir. Vâdî; peygamber, âlim ve velîlerin kalpleridir. Tur dağından, yani feyz kaynağından fışkıran marifet suları ve nefis mükâşefe halleri, bu vadilerde akar. Bu ibare Kasas suresinin 30. âyetinde geçer: "Oraya geldiği zaman sağdaki vadinin kenarından seslenildi..." Hz. Musa, o vadiden nasıl İlâhî hitaba muhatab oldu ise, nefsini arındıranlar da, bir takım ilâhî tecellîlere mazhar olurlar.

   VAHDET: Arapça, birlik demektir. Gerçek mânâda bir olan Cenab-ı Hak'tır. Sûfiler, uykuya vahdet derler. Bu sebeple uyuyan için, vahdette, vahdet ediyor, vahdete çekildi gibi ifâdeler kullanılır.
   Kesrette vahdet : Çoklukta birlik, yani halkın içinde, kalabalığın ortasında, tek ve bir olan Allah'ı unutmamak, Onu hatırlamak ve zikretmek demektir.
   Vahdetler aşkolsun : Tasavvuf erbabı uykudan uyanan, ab-dest alıp, kardeşleri arasına katılan kişi için bu tâbiri kullanırlar. Bu ifade özellikle Mevlevi ve Bektaşîler arasında yaygındır.

   VAHDET-İ KUSÛD: Murat ve kasıtarın birliği demektir. Kulun kendi irade, düşünce ve arzusunu Allah'ınkiyle birleştirmesi, O'na bağlaması, iki iradenin birleşip tek irade haline gelmesi. Bu durumda, kulun üzerinde Hakk'ın iradesi caridir.

   VAHDET-İ ŞUHÛD: Arapça, görmenin birliği demektir. Kulun cem ve vecd durumunda, masivanın yokolması ile, her yerde sadece Bir'i görmesi. Bu durumda kul, her yerde Allah'ın tecellîsini görür, müşahede eder. Bu şekilde müşahedesinde birliğe ulaşır. Ancak vecd hali geçtikten sonra, kendisinin farkına varan kul, Hak ile halkı ayrı görür. Kendinden geçme halinde kuldan bir takım şatahat ifadeleri zuhur edebilir.

   VAHDET-İ VÜCÛD: Arapça, varlığın birliği demektir. Allah'tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak, bilmek. Şuhudî tevhiddeki sâlikin her şeyi görmesi geçicidir, birlik bilgide değil, görmededir. Vahdet-i vücûdda ise, bu birlik bilgidedir. Vahdet-i vucûd zevkle elde edilir, yaşanarak bilinir. Kitap okunarak öğrenilen bir felsefe sistemi değildir. Vahdet-i vücudu zevken elde eden sâlik, gerçek varlığın bir olduğunu, bunun da Hakk'ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O'nun tecellîlerinden başka hiç bir şeyin bulunmadığını bilir. Her şey, o Bir'in çeşitli şe'nlerinden görünüşlerinden, tecellîlerinden ibarettir. Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i şuhûd arasında bir olan noktalar şunlardır:
   1. Her ikisinde de ta'ayyün ve la ta'ayyün âlemleri ayrıdır.
   2. ilâhî varlık mutlak varlıktır. Şu mânâda ki, âlemin varlığı izafî varlıktır, fakat yok değildir.
   3. Küçük ve büyük âlem, emir ve halk, âlem-i misâl, yeni eflâtuncu urûç, tecellî, ruhun mücerred olması gibi telâkkiler aynıdır.
   Vahdet-i Şuhûd ve Vahdet-i Vücûd'un ayrıldıkları noktalar şunlardır:
   1. Vahdet-i vücûdda zât ve vücûd aynıdır, vahdet-i şuhûdda ayrıdır ve ilk yaratılan şey odur.
   2. Vahdet-i vücûda göre sıfatlar, zâtın aynıdır, vahdet-i şuhûda göre, sıfatlar zâttan ayrıdır ve katılmış vücûd ile dışta mevcutturlar. Sıfatlar, zâtın gölgeleridirler.
   3. Vahdet-i vücuda göre, âlem, sıfatların beliriş (ta'ayyün) ve çıkışından ibarettir. Vahdet-i şuhûda göre âlem, sıfatların beliriş ve meydana çıkışından değil, ancak sıfatların gölgelerinin belirişinden ibarettir.
   4. Vahdet-i vücuda göre, âlem, hayâldir, ancak Allah vardır. Vahdet-i şuhûda göre, âlem hayâl değildir. Çünkü böyle kabul etmek, âlemin objektif realitesini, aynı zamanda da Allah'ın ibda sıfatını inkâr etmek olur. Sonra eğer âlem hayalden ibaretse, o yok, tasavvurlarımız var demektir. Bu takdirde de tasavvurlarımız kaldırıldığında, onun da yok olması lâzım gelir. Daha sonra, âleme, Allah'ın varlığına kıyasla hayaldir, deniyorsa, o zaman da âlem Allah olamaz. Çünkü Allah, mutlak ve zorunlu, âlem ise mümkün ve geçicidir.
   5. Vahdet-i vücûda göre, âlem gölgedir. Fakat aslın, yani Allah'ın kendisidir. Vahdet-i şuhûda göre, âlem gölgedir, ama bu gölge, aslın kendisi değil, aslından başka bir şeydir. Ve aslın kendisine bahşettiği vücud ile, dışta kendi nefsinde mevcuttur.
   6. Vahdet-i vücûd'a göre, âyân-ı sabite, vücudla ilgilenmemiştir. Binaenaleyh âlem yok, ancak Allah vardır. Vahdet-i şuhûda göre, bu doğru değildir. Zira bu takdirde hayalden ibaret olan bir varlık, hakikî varlığı nasıl sınırlandırabilir?
   7. Vahdet-i vücûd'a göre, Allah bir bakımdan da, âlemin ötesinde ve üstündedir. Bu itibarla hakikat, tenzîh ve teşbîh arasını birleştirmektedir. Vahdet-i şuhûda göre, Allah âlemlerden ganîdir. Bu itibarla, onu her hal ve surette tenzîh etmek gerekir.
   8. Vahdet-i vücûda göre, Allah'ın âlemde ve onun objelerinde tecellîsi, ândadır. Bu, vahdet-i şuhûdda bir ânda değil, süreklidir.
   9. Vahdet-i vücûda göre, vücûd bir, ve o da sırf hayır olduğu için, âlemde kötülük ve iyilik denen şeyler, mutlak ve hakîkî değil, nisbîdir. Vahdet-i şuhûda göre, vücud-adem terkibinden meydana gelmiş olan bu âlemin mâhiyeti, yokluk olduğundan ve kendi nefsinde de mevcut olması bakımından, bütün kötülüklerin köküdür. Kötülük ve noksanlıklar da hakîkîdir.

   VAHDETİYYE: Hindistan'da Oudh'da kurulmuş, (XIX. asır sonu) bir tasavvuf okulu.

   VÂHİBÜ'L-ATÂYÂ, VÂHİBÜ'L İDRÂK: İhsanların bağışlayıcısı, idrâk veren mânâsında Arapça bir kelime. Allah kullarına anlayış ve nimetler bahşedendir.

   VÂHİD: Arapça, bir demektir. Kaşanî, bunu, tek olması itibariyle Zât'ın ismidir, diye tarif eder.

   VAHY: Arapça, ilham etmek demektir. Cenab-ı Hakk'ın hitabetmesi. Sufilere gelen ilham, ibn-i Arabi'nin şu sözü meşhurdur: "Sözlerimiz vahy-i kelâm değildir, ama vahy-i ilhamdır".

   VAHŞET: Arapça, ürkmek anlamındadır. Halktan sıkılmak, Hak ile tenhâda başbaşa kalmak. Halkla ünsiyet eden, Hak ile Cinsiyetten sıkılır.

   VA'ÎD: Arapça, tehdit ile korkutmak anlamında bir kelime. Mutlak va'îd, kâfirler ve münafıklar içindir. Bu, Allah'ın kullar üzerindeki hakkıdır.

TASAVVUFÎ TERİMLER (Y)
..:: 1 ::..

   YABANCI : Türkçe, tanımadık kimse anlamına gelen, aynı zamanda Japonca'da aynı manada olmak üzere bulunan bir kelime. Başka tarikattan olanlara veya tasavvufla alâkası olmayan avam kesimine, yabancı denir. Aynı tasavvuf okulu mensuplarına "ihvan" (kardeşler) denir. Yabancılara, aynı zamanda zahir ehli veya zahir de denir. Mevleviler, başka tarikat mensuplarına, "sofu dervişi" derler. Yabancı tabiri, tasavvuf ıstılahında, ağyar şeklinde de kullanılır.

   YÂD-DAŞT: Farsça, hatırda tutmak, zihinde tutmak manalarına gelen bir tâbir. Bu, Nakşibendî ıstılahıdır. Allah'ın sürekli görmekte ve bilmekte olduğunu bilmek ve bunun bilincinde olmaktır. Buna, ihsan da denir, huzur ber-gayret olarak tanımlayanlar da vardır. Kalp, Allah'ı düşünmekle güç bulur, meleke kazanır. Yad-daşt, her ân Allah'ın huzurunda olma halidir ki, buna murakabe de denir.

   YÂD-GERD: Farsça, zikretmek, hatırlamak demektir. Murâkebe mertebesine ulaştıktan sonra, sâlikin, muayyen sayıda nefy ve isbât (la ilahe illallah) zikri yapması. Bu şekilde kalbin pası giderilir ve müşahedeye ulaşılır. Bu zikir, ağız ve göz yumularak yapılır. La, kalbi tarayan bir süpürge gibi, olup, kalbin içindeki "ilahe" (put) leh kafa istikâmetine doğru çekip, söküp hârice atarak, kalbi masiva pisliğinden kurtarır. Arapça "lamelif" şekil olarak ters çevrilmiş süpürgeyi andırır. Boşaltılan kalbe, omuz hizasından darb usulü ile "illallah" yerleştirilir. Bu işlem, bir nefesde 21 defa tekrarlanılır, sonunda nefes salıverilirken "ilâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî" denilir. Bu, şuur altına veya insanın özüne (ruhuna), mutlak mükemmel varlık olan Allah fikrini yerleştirip, onu şuur hâline, yani hayata aktarabilecek hâle getirmesi ameliyesidir. Şuur altına, güzel bir ev satın almayı, sürekli o hedefi düşünerek yerleştiren kişide, ev sahibi olma şuur haline gelir; günlük davranışlarını, bu şuur motive eder. Bu durumdaki kişinin, bütün problemi, biraz para kazanabilmek ve onunla bir ev almaktır. Bu yüzden onun yatması, kalkması, uykusu, konuşması, davranışları, yaptığı işler, hep bu hedef doğrultusunda tahakkuk eder. Sahip olduğu şuur, bunu gerektirmektedir. Bu, sürekli olarak evi zikretmekle (anmakla, düşünmekle) şuura (özüne) yerleştirmiştir. Günlük hareketler, işte bu şuur tarafından yönlendirilir motive edilir. Kişi, sürekli Allah'ı zikretmekle (anmak) ve tefekkür etmekle, O'nu şuur altına yerleştirir. En mükemmel özelliklerle süslü olan bu mükemmel Zat, zikir yolu ile bir insanda bilince yerleşirse, O, insanda, meydana gelen hareketlerin motive edicisi olur. Yani o kişi, şuur altına Allah'ı yerleştirirse, hareketlerine, Allah'a ait güzel ve mükemmel ahlâk kabiliyeti ölçüşünce yansır, ve sonunda, Allah'taki güzel özellikleri yansıtan kişi (mütehallık bi-ahlâkıllah) haline gelir. Kul, zikir yolu ile yani kendi kendine telkin yolu ile, mükemmeli, ruhunun derinliklerine (şuur altına) yerleştirir. Kişi şuur altına hangi objeyi yerleştirirse, onun, gerek bu dünyası, gerekse âhiret dünyası ona göre, şekil kazanır. İnsan ruhunun gerçek gıdası, Allah'ı anmasıdır. Ruh, Allah'tandır. Allah'ı anan, aslına dönmüş, ruhunu çeşitli kabiliyetlere açık biçimde güçlendirmiş olur. Nefy ü isbat zikrinde bir tek nefes alınır ve diyaframın arka kısmına yerleştirilir. Yukarıda tarif edildiği gibi, bir nefes-de, kalbten kötü sıfatların silinip yerine mükemmel varlığın yani Allah'ın yerleştirilmesi işlemi yapılır. Bu zikir çekilirken son yedisinde, özellikle nefy ü isbat zikrine yeni başlayanlarda, vücut, parmak uçlarına kadar iğnelenmiş gibi, tatlı bir maneviyat dalgası (takşa'ırru) ile sarsılır. Bu etki, eğer var ise, kişide uyku ağırlığını, aç ise yemek yeme isteğini azaltır, insanı yoğun bir Allah tefekkürüne yöneltir. Zikrin, psikosomatik açıdan, vücutta özellikle göğsün üst kısmında, tatlı bir hararet oluşturduğu, yapanlarca ittifâken savunulur. Zikrin sonunda bir tür gaybet hali teşekkül eder. Onu muhafaza lâzımdır. Zira, o hal ihsan'ın başlangıcıdır.

   YÂFİ'İYYE: Abdullahi'l-Yafi'î Aliyyü'l-Kadirî tarafından kurulmuş, Kadirîliğin kollarından bir tasavvuf okulu.

   -: Arapça, ey o, anlamında bir tâbir. Zikir sırasında dervişler, bazan "yâ hû" diye zikrederler. Buradaki hû zamiri, Allah'ı ifâde etmektedir.

   YA'İZZİYYE: Mağrib'li Ebu Yâiz Cevad b. Meymûni'l-Hazmiri'l-Hankurî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

   YAKAZA: Arapça, uyanıklık demektir. Cürcanî bunu şöyle tanımlar: " Hak'tan gelen ve zecrden (yasaktan) neyin kastedildiğini bildiren idrâke, yakaza denir. Nurların tecellîsi sebebiyle, insanın kendine gelişi, gafletten kurtuluşu, uyanma.

   YAKÎN: Arapça kesin, açık bilgiyi ifade eden bir kelime. Kuşeyrî üç türlü yakînden bahseder: 1. İlme'l-Yâkin: Bir şey hakkında habere dayanan bilgi. 2. Ayne'l-Yakin: Bir şey hakkında, görmek suretiyle elde edilen bilgi, 3. Hakka'l-Yâkin: Bir şeyi bizzat yaşamak suretiyle elde edilen bilgi. Yakîn'de şüpheye yer yoktur, kalp bir şeyin hakikati konusunda, tatmin durumundadır. Yine yakin, delil ile değil inanç kuvveti ile apaçık görmeyi ifade eder. Tehânevî kişinin yakîn ile, su ve ateş üzerinde yürüyebileceğini, onlar katında belanın nimete, nimetin de belaya dönüşebileceğini, ilmin, sufiyi kullanırken, yakînin onu taşıdığını kaydeder.

   YAKTIĞIN ÇERAĞI SÖNDÜRME : Bir kerecik kusur işleyen mürid hakkında, şeyhe niyaz tarzında söylenen söz ki bu affetmeyi ihtiva eder.

      Merhem koyup onarma sînemde kanlı dağı. 
      Söndürme öz elinle yandırdığın çerağı. 
      Fuzulî

   YA'KÛBİYYE: Bir adı da Harrâziyye'dir. Hızriy-ye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

   YAKUTE-İ SAHRA: Arapça, sahranın, çölün yakutu anlamında bir tamlama.Nefs-i külliye. Bu ismin veriliş nedeni, nuraniyyetin karanlık olan zulm ile karışmasıdır. Cisimden ayrı olan akıl, böyle değildir. O, sırf nur olduğu için, "dürr-i beyzâ" (beyaz inci) adını almıştır. Kaşanî ve Cürcanî nefs-i küllî'ye yâkût-ı ahmer(kırmızı yakut) derler.

   YALANLA İMAN BİR ARADA OLMAZ : Bu atasözü, bir hadise istinad eder. Bkz. : Künûzu'l-Hakâyık, c. II., s. 133. Yalanın imana aykırılığı, bu sözle açık seçik vurgulanır.

   YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN, YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL : Bu söz Mevlânâ'ya aittir. Riya (gösteriş) nın, kötü bir şey olduğu vurgulanır, ikiyüzlülük, yerilen bir ahlâktır.

   YAPMAK GÜÇ, YIKMAK KOLAY :Bu atasözü gönül yapmanın zor, yıkmanın kolay olduğunu ifade eder. Ancak bu, maddî manada da kullanılır. Bir binanın yapımı bir kaç yıla sığarken, yıkımı, modern dinamitleme teknikleriyle on saniye içinde gerçekleşmektedir. Ancak yıkılan bir binanın tekrar yapımı kolay iken, kırılan bir gönlün yapılması, o kadar kolay değildir. Câmî şöyle der:
      -Ka'be Âzer'in oğlu İbrahim'in yapısıdır, 
      Gönül ise Allah'ın baktığı bir yerdir.
   Kabe İbrahim(a) tarafından taştan topraktan yapılmıştır, şu ana kadar, pek çok defa yıkılmış, pek çok defa yapılıp tamir edilmiştir. Ancak insanın gönül evinin mimarı, Allah'tır. Dolayısıyla yıkılırsa, yapması güçtür.

   YÂR: Farsça, sevgili dost demektir. Bütün yaratıkların şekillerini meydana getiren İlâhî sıfatlar. Sâlikin haline en uygun isim budur. Zira kelime-i tevhidin esâsı budur. Tehanevî, bunu, şuhûd âlemi ve Hakk'ın zâtını görmek diye tarif eder.

   YÂR-I GAR: Farsça-Arapça, mağara arkadaşı, mağara dostu demektir. Hicret sırasında Hz. Peygamber (s), Hz. Ebu Bekir (r) ile Sevr mağarasına sığınmış ve orada gizlenmişlerdi. Müşrikler, ağzına kadar geldikleri halde, güvercinin yuva yapması, örümceğin ağını örmesi sebebiyle, onların mağara içinde olmadıklarını zannederek orayı terketmişlerdi. işte bu tehlikeli olayla, Peygamber Efendimizin (s) arkadaşı Hz. Ebu Bekir'e Mağara Arkadaşı anlamına gelmek üzere, "yâr-ı gar" denmiştir.
 


 

TASAVVUFÎ TERİMLER (Z)
..:: 1 ::..

   ZÂCİR: Arapça, engel olan demektir. Mü'minin kalbindeki Allah'ın vaizi. Bu vaiz, mü'minin kalbine atılmış olup, onu Hakk'a çağırır.

   ZÂHİD: Arapça, takdir ve tahmin eden rağbet etmeyen gibi çeşitli anlamları olan bir kelime. Kur'an-ı Kerim'de sadece bir yerde, Hz. Yusuf'un satılması konusunda geçen bu kelime, onun satın alımı konusunda insanların rağbetsiz olduğunu gösteren (Yusuf/20) bir manaya sahiptir. Kendisini dünyadan çeken ve dinî hayata veren âhirete yönelen kişiler için kullanılır bir tâbirdir. Dünyaya gönül vermemek de zühddür. Mevlânâ'nın para gönülde değil cepte olduğu müddetçe, zengin kişilerin de zâhid sayılacağını ileri sürmesi, bu terime yüklenen enteresan bir tanımdır. Zühd çeşit çeşittir: 1. Dünyadan yüz çevirme, 2. Halktan yüz çevirme, 3. Haram ve şüphelilerden yüz çevirme, 4. Helâllerden yüz çevirme (yani haramdan kaçınmanın da ötesinde, helâl konusunda bile perhizkâr bir tutum içinde olmak).

      Zâhid Hû demeyi inkâr eyleme. 
      Ya niçin bağırır insan Hû deyü, 
      Hû demenin aslı nedir, nedendir, 
      Eyleyim sana iyân Hû deyü.
      Kul Himmet

      Harabatı görenler her biri bir haletin söyler 
      Safâsın nakleder rindân, zâhid sıkletin söyler.
      Koca Râğıb Paşa

   ZÂHİD-İ BÂRİD: Arapça, soğuk, kuru zâhid anlamında bir tamlama. Dini azimetle, katı bir sertlikle yaşayan kişiler hakkında kullanılan bir tâbir.

      Seçilmiş âşık ile şimdi zâhid-i bârid, 
      Gözünde halk-ı cihanın ne eşk kaldı, ne hâb.

   Hallaç kendisini asmaya götürenlere "siz de cennetliksiniz, Zira, beni dindeki taassubunuz sebebiyle öldürüyorsunuz, Allah, dininde taassub gösterenleri sever" diyerek, onları acı bir dille aklar.

   ZÂHİDİYYE: Tâcüddin İbrahimü'z-Zâhidi'l-Geylânî (ö. 690/1291 )'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu. Ekberiyye'nin kolu.

   ZAHİR: Dış, dışa ait, zuhur eden, ortaya çıkan, görünen gibi anlamları olan Arapça bir kelime. ez-Zâhir, Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Allah bu isim gereği, hikmeti, kudreti, sıfatlarıyla görünür, zuhur eder. Zahir, görünen âleme de denir. Mukabili Bâtın'dır. Zâhirü'l-ilm: Mümkinatın a'yânlarından ibarettir. Zâhirü'l-vücûd: isimlerin tecellîlerinden ibarettir. Zâhirü'l-mümkinât: Mümkinlerin Hakk'ın sıfat ve aynları suretinde tecellî etmesidir. Zahir, bâtının aynasıdır: Dışı temiz, edebli, nazik ve kibar olan kişinin, içi de temiz ve güzeldir, anlamında bir atasözü, içi dışına uymayana, "zahiri bâtınına uymaz" denir.

   ZAHM: Farsça, yara, bere demektir. Kudüm çalınan iki karış uzunluğundaki çubuklara, zahme denir. Erenlerin aleyhinde konuşan kişi, eğer bir kaza belaya uğrarsa, "erenlerin zahmine uğradı" veya "zahm yedi" denir.

   ZÂKİR: Arapça, anan, hatırlayan, zikreden demektir. Tekkelerde âyin esnasında, dervişlerin zikirlerini hareketlendirmek için, ilahî okuyan kişilere zâkir denir. Ayinde, zikir çeken diğer dervişlere de zâkir denir. Zâkirleri idare eden kişiye ser-zâkirân denir. Bu, zâkirbaşı diye Türkçeleştirilebilir. Zakirler arasında, def, zilsiz def, kudüm ve ney çalanlar da bulunurdu. Aleviler, saz çalıp nefes okuyanlara zâkir derler.

   ZÂLİM: Arapça, zulmeden demektir. Bela gelince fer-yad eden, gaflet ve alışkanlık üzere ibadet eden, Allah'ı dilden (kalbten değil) zikreden, Allah'ı dünyevî sebeplerden dolayı seven kişiye, zâlim denir.

   ZAMAN: Türkçede de aynı mânâda kullanılan Arapça bir kelime. Hakîmlere göre, Atlas feleğinin hareketinin sayısına zaman denir. Sultan anlamında da kullanılır. Kâşânî'ye göre, indiyye mertebesine izafe ve nisbet edilen ân-ı dâime zaman denir.

   ZARF: Kap, maharet, ustalık, hal, durum anlamlarında Arapça bir kelime. Kötü huylardan uzaklaşmak, iyi huyları kazanmaya çalışmak. Allah için çalışmak ve bunu fazla görmemek. Beden zarf, ruh mazruftur.

   ZÂT: Arapça, öz demektir. Bir şeyin kendisi, bir şeyi, o şey yapan ve öteki şeylerden ayıran mâhiyet. Zât, isimlerin ve sıfatların vücudlarında değil aynlarında kendisine dayandığı emr. Her isim veya sıfat bir şeye dayanır. Bu şey, o zâttır. O şey Anka gibi ma'dûm veya mevcud olsun, her iki durumda eşittir. Mevcut iki çeşittir: Biri sırf mevcuttur, bu, Allah'ın zâtıdır. Diğeri, ademe bitişmiş mevcuttur. Bu da mahlukatın zâtıdır. Allah'ın zatı, kendinden ibarettir ki Allah kendi (nefsi) ile mevcuttur. Zira O, nefsiyle kâimdir, (kendi başına varlığını sürdürür). İsim ve sıfatlara müstehak olan bu şey, kendi hüviyetiyledir. Allah'ın zâtı, ehadiyyete ait gaybdır, her-hangi bir ibarenin mefhûmu ile idrak edilemez, bir işaretin malûmu ile de anlaşılamaz. Varlıkta O'nun zatı için münasib, mutabık, aykırı veya zıt bir şey yoktur.

      Sırr-ı zâta âşinâ Allah 'di r, Allah beş. 
      Ahmed M. Giribî

   ZAVİYE: Arapça, açı, köşe, evin küçük bir köşesi veya odası gibi manaları ihtiva eden bir kelime. Tekkenin küçüğüne verilen isim. Zaviyeler genel olarak, şehir ve kazaların kenarlarında, uzakça yerlerde kurulurdu. Mecaz olarak dünyaya da zaviye denir.

   ZAVİYE-DÂR: Arapça, Farca, zaviye sahibi anlamını ihtiva eden bir tâbir, iki kelimeden oluşmuştur: Zaviye ve dar. Dar: Sahip anlamındadır. Küçük tekke denilen zaviye şeyhlerine zâviye-dâr denirdi.

   ZÂVİYE-NİŞÎN: İki kelimeden meydana gelen bu tâbirdeki nişîn kelimesi Farsça, oturmak manasına ism-i faildir. Arapça- Farsça iki kelimeden mürekkeb bu tabir "zaviyede o-turan" anlamına gelir. Zaviyede oturan derviş veya şeyh için, zâviye-nişîn denirdi.

   ZEBAN: Farsça, dil anlamına demektir. Sırlar. Zebân-ı şîrîn: Takdire uygun iş. Zebân-ı Tein (Acı dil): Sâlikin meşrebine uymayan iş.

   ZEBH: Arapça, boğazlama demektir. Nefsi öldürme, ancak bu, nefsi terbiye etme manasındadır. Peygamberimizin "benim de nefsim vardı. Ancak o müslüman oldu, artık bana kötülüğü emretmiyor" ifâdelerindeki gibi bir terbiye, tasavvufta zebh ismini alır. Tasavvuftaki zebh-i nefis, maddî ölüm değil, onu sahip olduğu kötü sıfatlardan kurtarma eğitimine denir. Buna tezkiye, arınma, gibi farklı isimler de verilebilir. Bakara suresinin 54. âyetindeki "nefislerinizi öldürünüz" ibaresinden kastedilen de, bu manadır. Maddî ölüm değildir.

   ZEBUR: Hz. Davud'a indirilen mukaddes kitabın adı. Tasavvufta fiillerin tecellîlerine Zebur, denirken; zatî sıfat ve isimlerin icmâlen tecellilerine de, Tevrat adı verilir. Kur'an ise sırf zâttan ibarettir.

   ZEFÎR: Arapça, merkebin yüksek sesle bağırmasının başlangıcına zefîr, nihayetine de şakîk denir. Aşıkın, aşk ateşi sebebiyle ah, vah diye inlemesi.